HAMİDİYE ALAYLARI VE ERMENİLER

”Hamidiye birlikleri aslında kanun ve düzeni uygulamadığı açık­ça görülen kendi yerli Şefleri dışında hiçbir denetime tabi değil­ler. Kentin [Başkale] caddelerinde yerel kıyafetleriyle yürüyen Kürtler tuhaf bir manzara oluşturuyor… Hiçbir ödeme yapma­dan dükkânlardan ne isterlerse almaya alışmışlar.”

 

DAVİD MCDOWALL /  Hamidiye Alayları ve Ermeniler

Sultan Abdülhamit 1891 yılında Doğu Anadolu’da düzensiz bir at­lı gücün kurulmasına izin vererek, onu kendi adından yola çıkarak Ha­midiye Alayı olarak isimlendirdi. Hedeflenen, Kafkaslar’da öncü ve ça­tışan bir güç olarak çok etkili bir biçimde kullanılan Rus Kazak alayla­rı gibi birlikler kurmaktı.

Yaklaşık 600 kişiden oluşan atlı alaylar oluşturmak için bölgenin sosyal konumu veri alınarak Hamidiye’nin askerleri, tercihen sadakati­ni kanıtlamış Sünni Kürt aşiretlerinden seçildi. Çoğu durumda bu alaylar yalnızca tek bir aşiretten seçilerek, aynı aşiretin reisinin komu­tasına verildi. Aşiretlerin çok küçük olduğu durumlarda, her bir aşiret birleşik alay için bir süvari bölüğü verebiliyordu. Her durumda aynı aşiretin mensupları tek bir birimde görevlendirilerek aşiret dayanışma­sı sürekli korunuyordu.

Hem bir alay toplamaya davet edilen aşiret reisinin hem de askere aldığı kişilerin çok büyük avantajları vardı. Aşiret reisleri ve subaylar istanbul’daki özel bir askeri okula gönderiliyordu. Yeni statülerine uy­gun olması için Kazak tarzı çarpıcı üniformalar giyiyorlardı. Hamidiye aşiretleri Osmanlı merkeziyetçiliğinin en sevilmeyen önlemlerinden bi­ri olan ve bölgede ilk kez uygulanmaya başlanan askere alınma yüküm­lülüğünden muaf tutulmuşlardı. Hamidiye reislerinden oğullarını, on­ları Osmanlı kurumuna dahil etmek için hem istanbul hem de Kürdis-tan’da kurulan aşiret okullarından birine göndermeleri isteniyordu. Önemli ‘Hamidiye’ köylerinden bazılarında yetkililere halkın devam edeceği okullar açmaları öneriliyordu. Kürdistan, imparatorluğun en çok ihmal edilen, gerikalmış ve yoksul köşesi olduğundan, bu öneri ciddi bir ilgi gördü.

Hamidiye Alayı’mn görünüşteki amacı Rus tehdidine karşı bir sa­vunma oluşturmaktı. Kürtleri imparatorluğun içinde daha fazla erit­mek, özellikle Osmanlı topraklarındaki bazı aşiretler daha önceki sa­vaşlarda sultana karşı çarı desteklemek istediklerinden, önem taşıyor­du. Bunun yanı sıra Kafkaslar’da Rusya’nın yörüngesine giren aşiret sa­yısı artıyordu. Hamidiye alaylarının resmi konuşlanma bölgesi esas ola­rak Erzurum’dan Van’a kadar olan eksen üzerindeydi.

Ancak Hamidiye aşiretlerinin yalnızca müşir ya da askeri komuta­nın talimatıyla alaydan daha büyük güce sahip birimler halinde düzene giren, düzensiz kuvvetler oluşu bu alayların göreve çağrılmadıkları sü­rece yaşadıkları mekânlarda dağınık bir biçimde bulunmaları anlamını taşıyordu. Dahası, Hamidiye’ye mensup çoğu aşiret üyesinin kamp yer­lerinden ve sürülerinden çok uzaklaşmamak için firar edeceklerine yö­nelik genel bir kuşku vardı.

Hamidiye kuruluşundan kısa bir süre sonra sorun yarattı. Aşiret içinde ve diğer aşiretlerde üst rütbeleri almak için çeşitli aşiret reisleri arasında ağız kavgaları ve çatışmalar çıktı, yerel komutanlar aşiretlerin aşiret niteliğindeki düşmanlarıyla, Hamidiye Alayı’nın düşmanları ara­sında fark gözetmediler. Devlet tarafından silahlandırılan Hamidiye aşi-retleriyle bölgedeki rakipleri arasında kısa süre içinde mücadele başla­dı. Dört Hamidiye alayı barındıran güçlü Sünni Jibran aşireti kısa süre içinde Alevi Kurmaklara saldırmaya ve bunların topraklarına el koyma­ya başladı. Devlet yetkililerinin kendileri ya da aynı şekilde saldırıya uğ­rayan diğer Alevi aşiretlerinin zararlarını telafi etmek için hiçbir şey yapmamaları, lanetlenen Aleviler ya da Kızılbaşları şaşırtmadı. Fakat Hamidiye unvanıyla aynı şekilde desteklenmeyen Sünni aşiretleri bile silah zoruyla arazi hırsızlığı yapmakla yükümlüydüler. 1894’te bölgede bulunan H. F. B. Lynch Erzurum civarındaki yağmacı çeteler hakkında şunları yazıyordu:

Bu çetelerin şapkalarına taktıkları pirinçten yapılmış rozetler ne­deniyle halk arasında tenekeli diye bilinen Hamidiye alayları su­bayları tarafından yönetildiğini herkes biliyor. Bu tür şeylerin yapıldığını bildirmekten korkan görevliler ‘asker kılığındaki eş­kıyalar’ şeklindeki komik nitelemenin ardına sığınıyorlar.

Hükümet Hamidiye subaylarına maaş ödeyemez hale geldiğinde, onlara yerel Ermeni köylerinden vergi toplamalarını teklif etti ve bu Er­meniler açısından daha da fazla sıkıntıya yol açtı. Kimi durumlarda bir Kürt aşiret reisi yalnızca bir Hamidiye alayının komutanı olmakla kal­mıyor, aynı zamanda o yerelliğin sivil yetkilisi sayılıyordu.

Bu koşullarda hükümetten yardım isteyenler sivil yönetimin, yal­nızca Erzurum’daki Dördüncü Ordu’nun müşirine karşı sorumlu olan Hamidiye’yi dizginleme gücü olmadığını gördüler. Müşir Zeki Paşa sul­tanın kayınbiraderiydi ve valiye değil, doğrudan istanbul’a karşı sorumluydu. Hamidiye’yi bölgedeki sivil yönetimin talimatlarıyla neredeyse hiç ilgisi olmayan bir politikanın aracı olarak kullandığı açıktı. Sivil yö­netimin Hamidiye’yi aşağılamak dışında yapabileceği bir şey yoktu, in­giliz askeri konsoloslarınca yansıtılan bir görüşe göre:

Hamidiye birlikleri aslında kanun ve düzeni uygulamadığı açık­ça görülen kendi yerli Şefleri dışında hiçbir denetime tabi değil­ler. Kentin [Başkale] caddelerinde yerel kıyafetleriyle yürüyen Kürtler tuhaf bir manzara oluşturuyor… Hiçbir ödeme yapma­dan dükkânlardan ne isterlerse almaya alışmışlar.

Hamidiye’nin kanunsuz faaliyetleri kısa süre sonra onları taklit et­meye başlayacak olan Hamidiye’ye mensup olmayan Kürt aşiretlerine ömek oluşturdu. Aslında görev almaya çok istekli çok sayıda genç züp­pe vardı. Yerel demirciler kuzu postundan şapkalarının üzerine Hami­diye rozetleri işleyerek bu türden züppelere büyük miktarda iş yaptılar. Sivil yetkililer Hamidiye’yi engellemekte güçsüz kalırken, ordu komu­tanları aşiretlerin ölçüsüz davranışlarını ya görmezden geldi ya da istek­lerini yerine getirdi.

Başlangıçta çoğu kavga aşiret içinde çıkarken, en fazla zarar gören­ler Müslüman ya da Hıristiyan köylü yanaşmalar oldu. Kısa süre içinde hem Ermenilerin asıl hedef olduğu hem de Hamidiye’nin Osmanlı yetki­lileri tarafından teşvik edildiği ya da bilerek yönlendirildiği açığa çıktı.

Ermeni sorununun büyümesi zaten ele alınmıştı. 1890’ların başın­da bu sorun önemli ölçüde kötüye gitti. Büyük ölçüde 1877-78 savaşı­nın deneyimlerinden sonra bazı Ermeniler sonunda Osmanlı yetkilile­rinin, Kürt aşiretlerinin ve karşı kasaba ve kentlerin Müslüman vatan­daşlarının yaptığı provokasyonlara, yağmalara ve zulme tepki vermeye başladılar. 1882’de Erzurum’da neredeyse kesinlikle devrimci bir grup olan ‘Anayurt Koruyucuları’ açığa çıkartıldı. Transkafkasya ve iran’daki gruplar tarafından desteklenen Ermenikan Partisi 1885’te Van’da faali­yete başladı. Enternasyonal Hınçak Partisi 1887’de kurulduktan sonra Doğu Anadolu ve Transkafkasya’da silahlı hücreler kurdu. 1889’da si­lahlı bir Ermenikan grubu Iran sınırını geçerken yakalandı. Ortaya baş­ka militan gruplar da çıkınca, hem istanbul’da hem de doğu eyaletle­rinde bir paranoya oluştu. 1893’te çeşitli Anadolu kasabalarında hükümet karşıtı kışkırtıcı afişler görülmeye başlandı. Ajitatörler Dersim’deki hoşnutsuz Alevi aşiretlerini ve Sasun civarındaki Ermenilikten döndük­leri varsayılan Kürt köylülerini ayaklandırmaya çalıştılar.

Ancak Ermenilere yönelik saldırıların yolunu açan olay bir Hınçak grubunun Muş’un güneyinde, 1892’den beri belirli aralıklarla Kürtleri pusuya düşürerek öldürdükleri Sasun bölgesinde oldu. 1894 yazında Ermeni köylüleriyle bölge kaymakamı arasında gecikmiş vergi borçlan nedeniyle çıkan bir anlaşmazlık, yerel Hamidiye aşiretlerinin esas rolü oynadığı bir katliamın vesilesi oldu. Muhtemelen 1.000’in üzerinde köylü öldü. 1895 baharına gelindiğinde ingiltere, Fransa ve Rusya tem­silcileri Ermeni eyaletlerinde reform yapılmasını istediler: Talepler ara­sında Ermeni mahkûmlar için af çıkarılması; ‘onaylanmış’ valiler; Sasun ve diğer yerlerde zulme uğrayanlara tazminat verilmesi; göçebe Kürtle­rin yolculuğuna yalnızca gözetim altında izin verilmesi ve bunların yer­leşik yaşama geçmelerinin teşvik edilmesi; ve Hamidiye’nin silahsızlan­dırılması vardı. Abdülhamit bu talepleri kabul etti ama bilerek uygula­mayı ihmal etti. Güvenliğin sağlanamamaya devam etmesi nedeniyle ta­rımsal üretim 1897-98’de kıtlığa yol açtı.

Bir yıl boyunca göreli bir sükûnet hüküm sürdü, fakat 30 Eylül 1895’te istanbul’da Ermeni göstericilerle polis arasında sert bir olay ya­şandı, bu olay kentteki Ermenilere yönelik daha yaygın bir saldırının başlayacağını işaret ediyordu. Yüzlercesi öldürüldü, bunlardan bazıları da istanbul’daki Kürt hamallarca öldürülmüştü. Bir hafta sonra Trab­zon ve civarında 1.100’ün üzerinde Ermeni öldürüldü. Ekimin sonun­da Erzincan, Bitlis, Erzurum ve diğer yerlerin her birinde yüzlerce Er­meni’nin öldürüldüğü katliamlar yaşandı. Kasımın ilk on gününde Di­yarbakır’da 1.000 civarında, Arapkir ve Malatya’da 3.000’er Ermeni öl­dürüldü. Bunları Harput, Sivas, Kayseri ve Urfa’daki katliamlar izledi. Bu suçu işleyenler hem Türk hem Kürt Müslüman vatandaşlar ve Ha-midiye’nin de içinde olduğu Osmanlı askerleriydi.

Bazı Ermeni köyleri bu bezdirme girişimlerine karşı durarak aşiret­lerin saygısını kazandı. Bazıları Müslüman oldu, bazıları ‘polislere ma­aş ödenmesi gerektiğinden Kürt subaylarına para ödemeyi vaat ederek köylerine yerleşmeye davet etti. 1897 yılına gelindiğinde kentlerde oturan Türk halkı bile Hamidiye Kürtleri’nin dayanılmaz hale gelen bozgunculuğundan şikâyet etmeye başlamıştı.

Sultan Abdülhamit doğu eyaletlerinde böylesi bir kargaşanın ya­şanmasına niçin izin verdi? Hamidiye Alayı Ermeni halkını yok etmek amacıyla bilerek mi kurulmuştu? Tehdit edilenler yalnızca Ermeniler değildi, aslında Hamidiye içinde jenosit planları yapılıyordu. Bunlar gö­rünüşte Rusya ile bir başka savaş daha çıkması durumunda yardımcı olacak Kürt aşiretlerini harekete geçirmeleri için kurulmuşlardı.

Hem Sünni hem de Alevi aşiretlerden bazı Kürtlerin 1827-1829 sa­vaşından beri, Rusların belirli aralıklarla yaptıkları görüşme önerilerine yanıt verdikleri gayet iyi bilinmektedir. Ruslar, aşiretlerin hem merke­zileşmenin eski emirlikleri bastırmasına yol açmasından hem de Hıris­tiyan köylülerin işine yaradığı düşünülen reformlardan duydukları hoş­nutsuzlukları ustalıkla suiistimal etmişti. Ruslar, 1854 Kırım Savaşı’nda ve 1877-78’de benzer bir biçimde aşiretleri, özellikle de Dersim’deki Alevi Kürtleri kışkırtmışlardı. Kürtlerin kötü muamelesinden duyulan korku gerçekliğini sürdürüyordu. Aslında Hamidiye’nin kurulmasın­dan çok da uzun olmayan bir süre sonra Ruslar, Rus yanlısı bir karşı ağırlık oluşturma konusunu tartışmak için durumdan hoşnut olmayan Bedir Han’ı Tiflis’e davet etmişlerdi.

Aşiret mensuplarının askere alınması, vergi muafiyetleri, aşiret kö­kenli subayların ve özellikle oğullarının eğitilmesi, istanbul’un Kürtleri imparatorluğun dokusuna daha da yakınlaştırma girişiminin bir parça­sıydı. Bu esas olarak iyi bir fikirdi. Osmanlı rejimine entegre olan Kürt aşiretleri arttıkça, doğu sınırı daha güvenli olacak ve Kürtler daha yu­muşak başlı olacaklardı. Pratikte bu entegrasyon asla sağlanamadı. Bazı aşiret reisleri kasabalara yerleşirken, aşiretler yabaniliklerini korudular.

Bu aynı zamanda bir zayıflık politikasıydı. Sultan Abdülhamit Kürtlerin ne askeri anlamda ne de vergi toplama konusunda yabancı­laşmalarına tahammül edemezdi. Aşiretler açgözlü oldukları için kırsal kesimde vergi toplanmasını kolaylaştırabilir ya da buna engel olabilir­lerdi. Bu nedenle Erzurum’daki Ordu Komutanı kayınbiraderi Zeki Pa­şa onları şımartıp, yerel sivil yöneticilere karşı korurken, o da yağmala­rına izin verdi. Onları ezebilirdi ama bu yalnızca bölgeyi askeri olarak fiilen işgal ederek yapılabilirdi ve hem Rusya ile gerginlik doğmasına hem de Kürt aşiretlerinin yabancılaşmasına neden olurdu.

Abdülhamit’in Hamidiye’nin Ermenilere böylesine acı çektirmesine göz yummasının nedeni de zayıflıktan kaynaklanan kasıtlı bir politikay­dı. 1895’e gelindiğinde ne ortalama Hamidiye aşiret mensupları ne de Türk askeri Ermeni köylüleriyle devrimciler arasında bir ayrım yapmış­tı. Tanzimat zaten aşiretlerin yabancılaşması riskini doğurmuştu, bu ne­denle şimdi dizginleri bırakmak daha iyi olacaktı. Böylece Abdülhamit Avrupalıların sürdürülmesi kendisine kalan istanbul’daki reformlarını çiğnedi, asla tam olarak uygulanmamalarını güvence altına almak için de Hamidiye’yi sivil yetkililerin değil Zeki Paşa’nın komutasına verdi. Bu savunmasız sınırda kanun ve düzen sadakate göre ikinci sıradaydı.

Buna rağmen, Hamidiye Alayı açık bir başarısızlıktı. Bütünsel ola­rak bakıldığında Osmanlı’ya daha geniş bağlamda entegre olduklarına dair pek bir işaret yoktu. Tam tersine, Hamidiye alaylarına verilen yet­kiye rağmen, aşiretçilik güçlü biçimde yeniden canlandı. Dahası, bir ye­rel ingiliz konsolosunun bildirdiği gibi, “Zeki Paşa onların arasında bir kral gibiydi; onun dışında hiçbir otoriteyi kabul etmiyorlardı. Amacının bağımsız bir Kürdistan’m Prensi haline gelmek olduğu düşünülüyor.” Zeki Paşa’nın Sultan Abdülhamit’in 1908’de tahttan indirilmesinden sonra görevinden alındığı düşünüldüğünde, Abdülhamit’in Zeki Paşa’ya güvenmemiş olması imkânsız görünüyor.

Ancak aşiret gücünün yemden canlanması farklı bir konuydu. Ab­dülhamit reformlara ne kadar karşı çıkmış olursa olsun, kendisinden önce tahtta olan II. Mahmut tarafından yok edilen aşiret prensliklerini yeniden eski hallerine döndürmeyi düşünmüş olması pek mümkün de­ğil. 1900 yılında Rusların saldıracaklarına ilişkin korkuların hafifleme­si ve halkın Hamidiye’ye karşı duyduğu hoşnutsuzluğun artması sonu­cunda Zeki Paşa onların aşırı davranışlarını engellemeye ve yalnızca bir iki yıl öncesine kadar koruduğu Hamidiye reislerini cezalandırmaya başladı. Ancak buna rağmen, onlar bir tehlike olmaya devam ettiler. imparatorluk devrime doğru yaklaştıkça eyalet valilerini cidden kaygı­landırmaya devam edenler hükümete başkaldıran Türkler değil, Hami­diye reisleriydi. Hamidiye savaş alanında bile hayal kırıklığı yarattı ve bazı alaylar dağıtıldı.

Abdülhamit rejiminin 1908’de ittihat ve Terakki Cemiyeti tarafın­dan devrilmesinden sonra, Hamidiye alayları gelecek bölümde daha bütünlüklü olarak ele alınacak olan ‘Aşiret Alayları’ adını aldı ama esas olarak aynı kaldı. Jön Türklerin zaferi, bunların eski rejimi destekleyen­lere yönelik tehdidi ve kısa bir liberalizm döneminden sonra hem oto­riter hem de belirgin Türk yönetimine geri dönmeleri imparatorluğun çoğu yerinde karışıklık çıkmasına neden oldu: Bu karışıklıklar bizzat Kürdistan’da, Makedon Bulgarları arasında, kuzey Arnavutluk’taki Ka­tolik aşiretlerde, yeni bir Mehdi’nin kendisini gösterdiği Yemen’de ve Suriye Harran’daki zorlu Dürziler arasında görüldü.

Sorun yaşanan bölgelere düzenli bilgilerin yanı sıra aşiret alayları da gönderildi. Aşiret birlikleri 1908’de Yemen’e ve 1911’de başarısız ol­dukları Arnavutluk’a gönderildi, burada büyük kayıplar verdiler ve dü­zen sağlarken gösterdikleri acımasızlıkla nam saldılar. Aslında Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde Kürtlerin genel olarak düzen dışılıkları, haydutlukları ve Ermenilere yönelik eziyetleri ile gündeme geldikleri söylenebilir.

Böylece on dokuzuncu yüzyıl bölgenin kasabalarında daha sağlam bir Osmanlı etkisiyle sona erdi, ama sonunda 1914 sonbaharında aşi­retler arası çatışmaların yavaş yavaş etkisini göstermesi, kanundışı aşi­retler ve periyodik Rus arazi işgallerinin artık bilinen tarzından oluşan bir karışımın neden olduğu değişken durum patlak verdi.

Kaynaklar

ingiltere, yayımlanmamış: Public Record Office: dizi FO 248/382 ve 391; dizi FO 371 numaralar 346, 540, 953; WO 106/5964.

ingiltere, yayımlanmış: Parliament’ary Papers, Turkey numaralar 16 (1877), 28 (1877), 54 (1878); l (1878), 10 (1879), 4 (1880), 5 (1881), 2 (1896), 3 (1896), 6 (1896), 3 (1897), l (1898); Yüzbaşı F. R. Maunsell, RA, Milifary Repon on Eas-tern Turkey in Asia (Londra, 1893).

lîeind! Kaynaklar: Butrus Abu Manneh, The Naqshbandiyya-Mujaddidiya in Ottoman lands in the early 19th century’, Die Welt deş hlams, cilt xxii, 1982 (1984); Ainsworth, Travels and Researches; Hamid Algar, The Naqshbandi Order’, Studia Islamica, cilt 44, 1976; W. E. D. Ailen ve P. Muratoff, Caucasian Battlefields (Cambridge, 1953); Julian Baldick, Mystical islam (Londra, 1989); Brant, Notes, The Geographic Journal, cilt x, 1841; Martin van Bruinessen, Agha, Shaihh and Sta­te; Captain Fred Burnaby, On Horseback Through Asia Minör (Londra, 1887); Step-hen Duguid, The politics of unity: Hamidian policy in eastern Anatolia’, Middle Eastern Studies, no 9, Mayıs 1973; Encydopedia of islam, 1. Baskı, ‘Kurds’; James Baillie Fraser, Travels in Koordistan, Mesopotamia (Londra, 1840); Ghilan, ‘Leş

Kurdes persans et l’invasion ottomane’, Revue du Monde Musulman, no 5, Mayıs 1908; Geary Gratton, Through Asiatic Turhey (Londra, 1878); Albert Hourani, ‘Shaikh Khalid and the Naqshbandi Order’ in S. M. Stern, A. H. Hourani ve H. V. B. Brown (eds), Islamic Philosophy and the Classical Tmdition (Oxford, 1972); Ric-hard Hovanissian, Armenia on the Road to Independence (Berkley ve Los Angeles, 1967); Joseph, The Nestorians and their Neighbours; Dirk Kinnane, The Kurds and Kurdistan (Londra, 1964); Layard, Discoveries; H. F. B. Lynch, Armenia: Travels and Studies (2 cilt, Londra, 1901); Şerif Mardin, Religion and Sodal Change in Mo­dern Turkey (New York, 1989); William Miller, The Ottoman Empire, 1801-1913 (Cambridge, 1913); Moosa, Extremist Shiites (Syracuse, 1988); Basil Nikitine, ‘Leş Kurdes racontes par aux-memes’, L’Asie Française, no 231, Paris, Mayıs 1925, An-nexe 1; Olson, The Emergence of Kurdish Nationalism and the 5hd!;h Said Rebellion, 1880-1925 (Austin, 1989); Earl Percy, Highlands of Asiatic Turkey (Londra, 1901); Rich, Narrative of a Residence, Mary Shedd, The Measure of Man (New York, 1922); Lt-Col J. Shiel, ‘Notes on a Journey from Tabriz through Kurdistan, via Van, Bit­lis, Se’ert and Erbil to Suleimaniyah in July and August, 1836’, The Geographical Journal, cilt viii, 1938; E. B. Soane, To Mesopotamia and Kurdistan in Disguise (Londra, 1912); Mark Sykes, The Kurdish tribes of the Ottoman Empire’, Journal of the Anthropological Insütute, no 38, Londra, 1908, ve The Caliph’s Last Heritage (Londra, 1915); H. F. Tozer, Turkish Armenia and Eastern Asia Minör (Londra, 1881); C. J. Walker, Armenia, Survival o/a Nation (Londra, 1980). Yayımlanmamış Araştırma: Hakim Halkawt, ‘Confrerie deş Naqshbandis au XIX siecle’ (doktora tezi, Sorbonne, 1983).

 

Makale gönderimi için: bernamegeh@gmail.com

AYRICA BAKIN

Syd Barrett Kimdir Hayatı

Syd Barrett (gerçek adıyla Roger Keith Barrett), 6 Ocak 1946’da Cambridge, İngiltere’de doğmuş bir müzisyen, …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!