HAMİDİYE ALAYLARI VE MİLLİ İBRAHİM PAŞA

JOOST JONGERDEN / Hamidiye Alayları

 

Hamidiye Alayları, 1891 yılında Kürt aşiret milislerinden kurulmuş, II. Abdülhamit’e bağlı (Adını da Sultan Hamit’ten alan) ve 1909’da dağıtılan süvari birlikleridir.14 Hamidiye Alayları paralel bir kontrol mekanizması oluşturmak amacıyla, diğer askeri birliklerden ve sivil bürokrasiden bağımsız, doğrudan sultana ve onun eniştesi ve aynı zamanda da bölgedeki Osmanlı ordularının komutanı olan Zeki Paşa’ya bağlı olarak kurulmuştu. 19. yüzyıl sonunda, herhangi bir birliğe bağlı olmadan ve normal hiyerarşiyi izlemeden görev verilmiş ve kendi aşiret reisleri tarafından yönetilen 55 süvari birliği bulunuyordu. En küçük süvari birliği 500, en büyük birlik de 1,150 kişiden (erkek) oluşuyordu. Sadece Kürt, Türkmen ve Arap (Sünni- Müslüman) aşiretlerine bu süvari birliklerini kurma izni verilmişti, ama gayrimüslimlerin kurduğu birimlere de rastlanmaktaydı. Mesela, Milan Aşiretler Topluluğu Başkanı İbrahim Paşa tarafından kurulan alaylardan biri Torînan aşiretindeki Yezidiler’den oluşuyordu ve alayın başında da yine bir Yezidi olan, Bîsarî Kolaz adında bir komutan bulunuyordu.

1895 yılında Matrani’ye yerleşmiş olan Kürt milisleri, Milan Aşiretler Topluluğu’nun çekirdeğini oluşturan aşiretlerden biri olan Hedrik (Hedrikan) aşiretine bağlıydılar ve kendilerinin, Hamidiye Alayları’nın önemli bir komutanı olan ve daha sonra paşa (general) rütbesine kadar yükselmiş bulunan Milli İbrahim’in soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı. Milli İbrahim Paşa, Milan topluluğuna bağlı aşiretlerden, kendi komutası altında altı alay kurmuş, bölgedeki diğer aşiretleri de kendi birliklerinin kontrolü altına almayı başarmış ve sonunda kendi emrindeki alay sayısını yirmi civarına yükseltmişti (Arslan, 1992, s.49; İdikurt 1995, s.71). Kariyerinin başında, alay komutanı olarak Milli İbrahim, Viranşehir, Siverek, Direk ve Diyarbakır’da otoritesini kabul ettirmiş, 20.yüzyıl başlarında, gücünün doruklarına vardığında da bugün Mardin, Urfa ve Diyarbakır olarak bilinen bölgedeki çok büyük bir alanı kontrolu altında tutmuştu (İdikurt, 1995, s. 49).

Milli İbrahim Paşa ve Diyarbakır

Diyarbakır ve civarında yaşanan olaylarda öne çıkan en önemli isimlerden olan İbrahim Paşa ve ailesi ile şehir ileri gelenleri arasında çok fırtınalı bir ilişki yaşanmış olduğunu görüyoruz. Milli İbrahim Paşa’nın büyükdedesi Eyüp Bey, 19.yüzyıl başlarında, Cizre’de hüküm sürerek Bingöl havzası ile Sincar arasındaki bölgeyi yönetmişti. Eyüp Bey’in hükümranlığındaki alan doğuda Muhammet Bey’in, güneyde ise Bedevi şeyhinin yönetimi altındaki topraklara komşu olan bir bölgeydi. Bu bölgedeki aşiret reisleri ile şehrin ileri gelen liderleri bir birleri ile sürekli savaş halindeydi ve bunlar aslında Osmanlı yönetimini fazla dikkate almıyordu. Bu duruma bir son vermek isteyen Osmanlı Devleti bir süre sonra harekete geçti. Eyüp Bey tutuklanıp Diyarbakır’daki hapishaneye götürüldü ve burada asıldı (Muhammet Bey de yakalanıp öldürüldü, tutuklanan Bedevi şeyhi de hapishanede öldü). İbrahim Paşanın dedesi Timavi Mardin’de karargâh kurmuş olan Osmanlı birliklerine karşı yürüyüşe geçmişti. Timavi’nin başını çektiği Milanlılar şehri ele geçirmeyi başarmasına rağmen burayı ancak kısa bir süre ellerinde tutabildiler. Timavi Bey, Mardin’i ele geçirdikten kısa bir süre sonra bir çatışmada öldürüldü. Timavi Bey’in oğlu Mahmut Bey (İbrahim Paşa’nın babası) idareyi ele aldığında Aşiretler Birliği çaresizlik içindeydi ve dağılmaya başlamıştı. Düşman aşiretler, dağılmakta olan Aşiretler Birliği’nden geriye kalanların peşine düşmüş ve onları Diyarbakır ile Urfa arasındaki Karacadağ’a çekilmeye mecbur bırakmıştı. Bu zor duruma rağmen çabuk toparlanan Mahmut Bey, aşiretini Viranşehir’de bir araya toplamayı başarmış ve birkaç yıl içinde yeniden zenginlik ve refaha ulaşmıştı. Mahmut Bey büyüyen gücünün sembolü olarak Viranşehir’de bir kale yaptırmış ancak kale Diyarbakır’dan gelen birlikler tarafından yakılıp yıkılmıştı. İbrahim Paşanın babası daha sonra yakalanıp Diyarbakır’da hapsedilmiş ve ancak yıllar sonra Sultan Abdülaziz’in fermanıyla salıverilmişti.

Uzun süren mahpusluk yıllarına dayanamayan Mahmut Bey hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra öldü. Mahmut Bey’in ölümünden sonra Milan’ların kontrolü İbrahim Paşaya geçti. Büyük dedesini asan ve babasının hayatını mahveden bu şehre İbrahim Paşa dostça davranmadı, hatta bazen Diyarbakır’dan gelen tüccarların kervanlarını yağmalattırdı. Sonunda İbrahim Paşa da yakalanıp diğer altı aşiret liderleri ile birlikte Sivasa’a sürgüne gönderildi. Burada bulunan yedi aşiret lideri bir araya gelerek, Milan aşiretler birliğinin çekirdeğini oluşturdu. Bu aşiretler; Hedrik (Hedrikan), Torînan, Hacikan, Kuran, Kumnehşan, Çemikan, ve Sîkan aşiretleriydi. Aşiret liderleri yaklaşık altı ay sonra, peşlerine düşen askerlere rağmen Sivas’taki sürgünden kaçmayı başardılar ve tehlikeli bir yolculuktan sonra Viranşehir’e ulaştılar (Sykes, 1915, s.302-319- 321).

Hamidiye Alayı’na katılan İbrahim Paşa (İbrahim’e paşa ünvanı yani o zamanki tuğgeneral rütbesi, 1902 yılında Istanbul’da ziyaret ettiği Sultan Abdülhamit tarafından verilmişti), babasının ülküsünü gerçekleştirmek; Diyarbakır’a rakip olacak yeni bir merkez yaratmak ve Viranşehir’i bölgede önemli bir merkez haline getirmek için çalışmalara başladı. İbrahim Paşa Viranşehir’de bir çarşı kurulmasını sağladı ve çoğunluğu zanaatçi veya ustalık hüneri olan Hıristiyanları (Ermeni ve Keldanileri) şehre yerleşmeleri için teşvik etti. Viranşehir hızla büyüdü ve İbrahim Paşa da kendisini şehrin kurucusu olarak ilan etti (İdikurt, 1995, s. 70–71). Viranşehir’in öneminin artmasıyla birlikte şehre gelen kervanların kontrolünün İbrahim Paşa’ya geçmesini sağladı ve İbrahim Paşa kısa zamanda para ve servete kavuştu. Ermeni katliamının yaşandığı ve on binlerce insanın öldüğü 1895 yılında, İbrahim Paşa, hangi mezhepten olursa olsun, bütün Hıristiyanları korudu. Katliamların yaşandığı sırada İbrahim Paşanın hayatlarını kurtardığı Ermeni sayısının 10 binleri bulduğu tahmin edilmektedir (İdikurt, 1995, s.324).

‘İbrahim Paşa, şüphesiz Cizre’deki en önemli şahsiyettir. Daha 10 yaşındayken babası Diyarbakır’da hapisteydi ve kendisi de Mısır’da meteliksiz bir sürgün hayatı yaşıyordu. Şimdi ise Türk Ordusu’nda bir tuğgeneral, 14 bin mızraklı ve atlı süvarinin komutanı, 22 önemli aşiretin lideri ve Milli Kürtlerin reisi olarak karşımızda durmaktadır. […] İbrahim aynı zamanda pek çok düşmanı olan, bulunduğu mevki gereği komşuları ile sürekli savaşmak zorunda kalan, aşiretinden korkmasalar, Arap ve Kürt aşiretlerinin onun ölmesini dört gözle bekledikleri bir adamdır. Böyle olmasına rağmen ben kendisi hakkında hiç bir zaman utanılacak bir durumdan bahsedildiğine veya haysiyetsiz bir suçlama ile karşılaştığına şahit olmadım. Gerçekten, İbrahim Paşa Ermenilerle kişisel bir bağı olmamasına rağmen, Ermenilerin katledilmesi halinde Siverek’i yok edeceğini söyleyip, Sivereklilere gözdağı vermekten bir an bile çekinmemiş ve böylece yüzlerce hayat kurtarmıştır. Diyarbakır ve Urfa’daki olayların en şiddetli zamanında binlerce insana yardım elini uzatmış, onları Viranşehir’deki karargâhında hiç bir karşılık beklemeden doyurmuş ve olaylar yatıştığında da bu insanlara eğer isterlerse üstünde sulh içinde çalışıp yaşayabilecekleri bu topraklarda kalma seçeneği sunmuştur. Ben eminim ki hiç kimse ona hükmettiği topraklar ve elde ettiği servet için kin duymamaktadır ve kendisinin de işaret ettiği gibi, hükümranlığı altındki topraklarda yaşayanlara koşmuş olduğu şartlar makul şartlardır. Her yıl Viranşehir’e göç eden Ermeni sayısının artması da bunu kanıtlamaktadır (Sykes, 1907, s.385–386).’

Kanıtlar göstermektedir ki Diyarbakır bölgesinde konuşlanmış bulunan Hamidiye Alayı ve özellikle de İbrahim Paşa buradaki Ermeni ve Hıristiyan nüfusu korumaya çalışmışlar ve hatta onları Viranşehir’e yerleşmeleri için teşvik etmişlerdir. Hatta bu yüzden daha sonraları İbrahim Paşa Türk milliyetçileri tarafından Ermeni ihtilalcilerin tarafını tutmakla suçlanmıştır.

Bölge İleri Gelenleri

Diyarbakır’da Milli İbrahim Paşa’nın komutasındaki Hamidiye Alayları ile bölgenin ileri gelenlerini temsil eden Arif Prinççizade önderliğindeki Pirinççizadelerle bölgedeki gücü elinde tutmak için sürekli bir mücadele yaşanıyordu. İbrahim Paşa, Arif Pirinççizade’nin otoritesini üç yönden tehdit etmekteydi: i) Diyarbakır’a giren ve çıkan ticaret yollarını kontrol altında tutuyordu, ii) şehrin etrafını çevreleyen topraklar ve burada bulunan köyler üzerinde belli bir hakimiyet sağlamıştı, iii) Viranşehri bir kent merkezi haline getirmeye çalışıyordu. Milli İbrahim Paşanın yükselen gücü, servetlerini ticaretten kazanan ve aynı zamanda da kırsal kesimde dikkate değer mal-mülk sahibi olan, hatta Tanzimat döneminde bölgede toplanan tımar ve zeamet vergilerini toplama hakkını elde eden Diyarbakır’ın ileri gelenleri (zenginleri) için büyük bir endişe kaynağı haline gelmişti (1839-1876). Yörenin zengin ve etkili şahsiyetlerinden biri olan Arif Pirinççizade bu dönemde topraklarına toprak katmış (Arslan, 1992, s.52) ve Diyarbakır yakınlarında 30 köyün sahibi olmuştu (Kıran, 2003, s.188).16 Arif Pirinççizade’nin yeğeni olan Ziya Gökalp ve ailesi de şehrin güneydoğusunda bulunan beş köyün sahibiydi. Bu köyler Gökalp’in büyükbabasına, askerde yapmış olduğu hizmetlere karşılık tımar olarak verilmiş, Gökalp de bu toprakları dedesinden miras olarak devralmıştı. Gökalp ailesinin sahip olduğu bu timar köylerinden en az ikisinde Hıristiyanlar yaşıyordu ve bunlardan biri de Şükürlü (bugün Diyarbakır’ın Çınar kazasında bulunan) köyüydü.

Arif Prinççizade’nin oğulları, Ziya Gökalp ve Fevzi, ailenin daha genç üyeleri olarak daha sonraları hem yerel siyasette hem de ülke siyasetinde önemli rol oynayacaklardı. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hem bölgesel hem de merkez komitesinde liderlik konumuna kadar yükselecekti (daha sonra, Gökalp, bilindiği üzere Türk milliyetçi düşünür ve yazarlar arasındaki en tanımış ve en nüfuzlu şahsiyeti olmuştur). Diğer kardeş Fevzi Pirinççizade ise Nafia Vekilliğine (Bayındırlık Bakanı) kadar yükselmiş ve 1921 ile 1925 yılları arasında Fevzi Çakmak (1921-1922) ve Ali Fethi Okyar’ın başbakanlığındaki (1923-1925) üç ayrı hükümette de aynı görevi sürdürmüştür. Ancak bundan önce ve konumuz açısından da asıl önemli olanı Fevzi Pirinççizade’nin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Diyarbakır şubesinin yönettiği operasyonlarla, Ermenilerin kitlesel katliamı ve sürgüne gönderilen Ermenilerin belli bölgelerde tasfiye edilmesinde çok büyük bir rol oynamakla suçlanmaktadır (Dadrian, 1993).

Bir yandan Hamidiye Alayları’nın terhis edilmesi ve Ziya Gökalp’in İttihat ve Terakki’nin gizli kanadı ile olan bağı yerel politikada önemli bir rol oynamış, öte yandan bölgede seçime gidilmesi ve seçimde Arif Pirinççizade’nin Diyarbakır Belediye Başkanı seçilmesi buradaki ileri gelenlerin daha da güç kazanmasına yol açmıştır.18 Yukarıda değinildiği gibi, Arif Pirinççizade 1895 yılındaki şiddet olaylarını tahrik edenlerden biri olarak saptanmış ve Diyarbakır’dan sürülmüş ve hatta oğlu Fevzi de aynı türden suçlamalara maruz kalmıştı. Bu olayların ışığında bölgedeki seçkinler arasında hangi grubun, Hamidiyelilerin mi yoksa diğer ileri gelenler grubunun mu 1915 yılında Diyarbakır yöresinde yaşanan Ermeni (Hıristiyan) sürgünü ve katliamından sorumlu olduğunu kestirmek zor olmasa gerek. Bu olayların ışığında, 1915’te Diyarbakır yöresinde yaşayan Ermenilerin (Hıristiyan) sürgünü ve katliamından, bölgede öne çıkan gruplar arasında hangisinin, seçkinlerin oluşturduğu bölge ileri gelenlerinin mi yoksa Hamidiyelilerin mi sorumlu olduğunu kestirmek zor olmasa gerek.

Siyaseten, bahsi geçen iki seçkinler grubu ve onların lideri konumundaki kişiler arasında derin farklar vardı.Bu farklılıkları kavramak için impartorluktan, ulusa dayalı bir devlete dönüşme sürecindeki bir politik zeminden bahsettiğimizi unutmamalıyız. 18. yüzyılda bütün büyük imparatorluklar ve siyaset teorisyenleri, disipline edilmiş, üretken bir nüfusu hükümdarlığın en önemli serveti olarak kabul ediyordu. Bu imparatorlukların hedefi, evlilik ve fetih yoluyla nüfuslarını arttırmaktı ve bunu yaparken de insanların (kültürel) özeliklerine önem verilmiyordu. Ancak, 20. yüzyılın başlarında, milliyetçi akımlar Türkiye’ye yayılmış, politik yapı (devlet) ile kültürel (millet) beraberliğin uyuşması gerektiği, bir devletin gücünün, yönettiği insanların belli bir kültürel kimliğin ideallerine ne derecede sahip çıktığına bağlı olduğu fikri önem kazanmıştı (Koehl, 1953, s.231). O dönemde devletlerin sınırları ile ‘kültürel birimler’ nadir olarak birbiriyle koşut olduğundan, insanları başka yerlere yerleştirmek, sınır dışı etmek ve bölgeden temizlemek yöntemiyle bu durumun düzeltilebileceği ve var olan haritaya göre kültürel birimlerin de ayarlanabileceği fikri itibar görmeye başlamıştı. İşte burada birbiriyle çatışan iki fikir olarak karşımıza çıkan emperyalist ve milliyetçi fikirler İbrahim Paşa ile Ziya Gökalp arsındaki farkların temelinde yatıyor. Bir başka deyişle, Diyarbakır’ın önde gelen bu iki şahsiyeti arasındaki mücadele aynı zamanda iki faklı dünya görüşünün çarpışmasını da temsil ediyordu.

Milli İbrahim Paşa’yı Osmanlı İmparatorluğu politik sisteminin tipik bir temsilcisi olarak ele alabiliriz. Onun boyunduruğu altındaki aşiretler birliği, farklı dinsel ve etnik kökenlerden gelen insanların bir arada yaşadığı bir aşiretler birliğiydi. Onun siyasi otoritesi ‘etnik gruplar ve dinler üstü’ bir otoriteydi ve kendilerine, etnik olarak Kürt, Zaza ve Arap diyen ve dini olarak da Sünni, Alevi ve Yezidi olarak ayrılanlar tarafından (Milan’da olduğu gibi) kabul görmekteydi. Bu türden bir siyasi otorite ve yönetim tarzı tabii ki homojen bir toplumu hedefleyen ideal ulus-devlet tarzı otoriteden çok farklıydı ve zaten daha sonraları da bu iki yönetim anlayışı kendi aralarında büyük bir çatışmaya neden olacaktı. Mark Sykes’in dediği gibi, ‘O’nun şahsında [İbrahim Paşa] öyle bir karakter […]görüyoruz ki böyle bir adama çok yakın zamanda Türkiye’de bile yer olmayacaktır’ (Sykes, 1915, s.326). Öte yandan Ziya Gökalp’in karakterinde ise hayatı milliyetçi fikir ve ideallerle yoğrulmuş bir kişilik görülmektedir. Ziya Gökalp’in nazarında, nasıl ki bir insanın iki farklı kişiyi aynı ölçüde sevmesi imkansızdı işte faklı din ve etnik gruplardan gelen insanların ortak bir anayurdu ve ortak bir ulusu olması da aynı ölçüde imkansızdı. Bu yüzden de devletin tek bir ulus tarafından (Türk ulusu tarafından) ele geçirilmesi, hayati önem taşıyan bir süreçti. Daha da ötesi, Gökalp, laik bir devlet ve çağdaş uygarlığı savunmasına rağmen İslam dinini Türk kültürünün yaratılmasında temel bir unsur addediyordu (Gökalp, 1959, s. 81).

İbrahim Paşa ile Diyarbakırlı ileri gelenler arasında zaman zaman alevlenen zıtlaşma, yıllarca içten içe devam etti. 1905 yılında ise Arif Pirinççizade liderliğindeki Diyarbakırlı bazı önemli şahsiyetler, şehirdeki telgrafhaneyi işgal ederek imparatorluk ile doğudaki vilayetler (Musul da dahil diğer bir çok vilayet) arasındaki ana haberleşme yolunu kontrol altına aldılar. Padişaha bir telgraf gönderen işgalciler, İbrahim Paşa’nın kanunsuz işlere karıştığını (soygun ve hırsızlık) bildiriyor ve padişah tarafından cezalandırılmasını istiyorlardı.Telgrafı imzalayanlar arasında Ziya Gökalp de vardı.

Bu işgalden iki yıl sonra, 1907’de, bu kez hem valilik makamının hem de telgrafhanenin işgal edilmesini planlayanlardan biri yine Ziya Gökalp idi ve padişahı İbrahim Paşa’ya karşı önlem almaya zorlamayı hedefliyordu. İddiaya göre, sözde İbrahim Paşa 16 bin silahlı askerle Diyarbakır’ı kuşatmıştı ve hücuma hazırlanıyordu.20 Padişaha gönderilen bu telgrafta, İbrahim Paşa’ya yöneltilen suçlamalardan biri de İbrahim Paşa’nın Ermeni komitacılara yardım ettiği yolundaki iddiaydı (Hanioğlu, 2001). 1908’de Osmanlı ordu birliklerine İbrahim Paşa’ya karşı harekete geçme emri verildi. Bu sırada Arif Pirinççizade belediye reisi olmuş ve aynı yıl içinde mebus olarak Meclis-i Mebusan’a seçilmişti (Bir sonraki yıl da ölen babasının yerine Fevzi Pirinççizade mebus seçilmişti (Kansu, 1997, s. 282-283). Arif Pirinççizade İbrahim Paşa’ya karşı Osmanlı birliklerini desteklemek için 2 bin gönüllüden oluşan bir ordu kurdu. Kurulan bu orduya gönüllü olan biri de Ziya Gökalp’ti, ancak aile ve arkadaşları kötüye giden sağlığı nedeniyle Gökalp’e orduya katılmaması için baskı yapınca o da bu fikirden vazgeçti (Beysanoğlu, 1956, s. 154-171; Göksel, 1956, s.128).

20. Yüzyıl Başlarında Diyarbakır’da Olaylar: Ermeniler, Hamidiye Alayları ve Bölge İleri Gelenleri adlı çalışmadan alınmıştır.

AYRICA BAKIN

“ALATURKA” NEOLİBERALİZMİN BİYOPSİSİ: KARABÜK ÜNİVERSİTESİ

SİBEL ÖZBUDUN   “Eğer eğitim öğretim zayıf ve değersiz ise insanı da zayıf ve değersiz …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!