“HAYATA DAİR” KENAR NOTLARI

TEMEL DEMİRER

 

“Hayatını gerçeğe ada.”[1]

 

Toprağın üzerinde yaşadığını sanan ölülerin giderek arttığı bir yabancılaşma kesitiyle yüz yüzeyiz ve parça parça ölüyor insan(lık)…

Sormak gerek: Nasıl bir hayat bu? Ezilenlere dayatılan sefillikten, kölelikten başka ne ki?

“Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumda”yken;[2] ya insan olmamanın acısı yaşanacak, ya da boyun eğmeyen, teslim alınamayan, başkaldıran onurlu insan olarak kalmanın acısı göğüslenecek.

Gerçek bugünde tüm çıplaklığıyla bu!

İnsan(lık) için “Kendi sınırların seni çarmıha geriyor,”[3] ya da “Ölü insanlar görüyorum ölü olduklarını bilmiyorlar,”[4] veya “Artık yaşanmayan bir yaşamda ne çok gece var!”;[5] sonra da, “Günümüzde insana en çok acı veren yoksulluk değil, büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot hâline gelmiş olmak ve yaşamının boş ve anlamsız olmasıdır.”[6] diye betimlenmesi gereken ve “gibi yapanların”[7] hâlidir sözünü ettiğim.

Charles Bukowski’nin, “Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler,” betimlenmesindeki dizaynda bunlara kafa yorulması egemenler ile yalakalarının işine gelmiyor. Uyanmak ve anlamak gerek: Yaşamı televizyonlarla, eğlenceyle, yalanla, zorla yönlendiriyor kapitalizm. Ve “çoğunluk” bunun farkında bile değil.

Kolay mı? “Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.”[8] Yolumuzu kaybettik. Kapitalizm insan(lık)ı zehirleyip, deforme etti; “Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam,” vurgusundaki üzere Franz Kafka’nın…

Ahlâksızlık kayıtsızlığa dönüşüp; gereksinim hâlini aldı; alıp satarak, hayatlarını köle gibi geçiriyorlar; korkunç olan da bu.

Hayat ezenler için -televizyon izleyip, fal baktıran!- ezilenlerin yok edildiği bir yaşam biçimine dönüştürüldü; “Modern hayatta insan, kendi kaderini kabullenmeye şartlandırılır. Böylece patronlar ve politikacılar, kimsenin bir şeyi sorgulamadığı bir dünyada, istedikleri gibi hareket ederler,” ifadesindeki üzere Aldous Huxley’in…

 

KAPİTALİST SÜRÜLEŞTİRİLME!

 

İfadeye gayret ettiğim, “Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar… Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır; her heves ve arzuya bağlı olarak bu mütemadiyen yerini değiştirir,”[9] diye tarif edilen (ve tüketim[10] ve devlet terörü ile biçimlendirilen) sürüleştirilme hâlidir.

Sürüleştirilmiş insan(lık)ın normlarını -farkına varmadan!- toplumun yerleşik önyargıları biçimlendirip, bir kalıba sokarken; kapitalizm için “mükemmel insan”ın zihni ayna gibidir! Yansıtır ama yakalamaz. Hiçbir şeyi kavramaz. Böylelikle de hayatın içinde hiçbir çaba harcamadan hareket ederek, sürüleştirilip; Fyodor Dostoyevski’nin, “Yalnız kalsanız bile benzemeyin başkalarına,” uyarısına yabancılaştırılır.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat adil ol(a)maz. Çünkü yerkürenin dört yanında açlıkla “terbiye” eder. Bir başka deyişle, sömürenlerin bencilliğine hizmet eden kapitalizm, yani ücretli kölelik düzen(sizliğ)i, isçi sınıfını sömürerek onu güvensizlik, yoksulluk, sefil yaşam koşullarına mahkûm eder.

Sınıflı sömürücü cehenneminin/ vahşetinin koşullarına uyum sağlayamayan, ya yok olur gider ya da hiç yükselemez. Yani ezilenler batan Titanik gemisinde yaşamlarını kurtarmaya çalışırken, zenginler hâlâ güvertede en iyi koltuğu kapmak için koşuştururlarken; kapitalizmde insan(lar)ı korkutmak, kafasını karıştırmak ve onlara zulmetmek, dehşete düşürüp delirtmek ve hayatlarını felakete tahvil etmek doğalken;[11] diktatörlerin başarısına da şaşırmamalıdır. 

Çünkü sürüleştirilenlerin yaşamı, “Müdür, din uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Babam ise, İrlanda uğruna ölmek büyük bir onurdur diyor. Hiç yaşamak isteyen yok mu?”[12] betimlemesindeki resmi ideoloji ve dinsel dogmalar ile kuşatılıp, ölüme mahkûm edilmiştir; “En kolayı ölmektir, zor olan yaşamak,”[13] dayatmasındaki gibi.

Yeri geldi aktarayım; Norman Cousins’in, “Ölüm, hayattaki en büyük trajedi değildir. En büyük trajedi, biz yaşarken içimizde ölenlerdir. Ölümden korkmamıza gerek yok,” deyişindeki üzere, insan(lık) var oluşu biçimlendiren ölüm dayatması veya ölüme mahkûmiyet değil; yaşamı değiştiren eleştirel praksistir.

Metin Üstündağ’ın, “Doğarsın ve ölürsün. Arada, bir hayat olduğunu fark edersen yaşarsın!”…

Leonardo da Vinci’nin, “Nasıl yaşamam gerektiğini anlamaya başladığımda, nasıl ölmekte olduğumu gördüm”…

Anaksimandros’un, “Ölümle yaşam arasında hiçbir fark olmadığını söyledi. ‘Öyleyse sen neden ölmüyorsun’ diye sorulduğunda ‘Çünkü’ dedi: ‘Hiçbir fark yok’!”…

Denis Diderot’nun, “Ölüm hayat kadar doğal olduğu hâlde, neden bu kadar korkarız?”…

Bernard Shaw’ın, “İnsan ne zaman ölür bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten”… 

Jean Paul Sartre’ın, “Ölüm bensiz hayatımın devamı”…

Woody Allen’in, “Benim merak ettiğim ölümden sonra değil, doğumdan sonra hayat olup olmadığı,” vurguları eşliğinde aktaralım: Hayat hakkıyla yaşanırsa ölümü de aşar. Evet ölüm diye bir şey yok; ölüm hayata sığsa da, hakkı verilmiş bir hayat ölümü aşar.

Ölüm mü? Önemi yok çünkü hayat ölmezken; hayatı hep son günüymüş gibi korkusuzca yaşamalı!

Yanlış kanaatlerin toplamı olarak korkuların hayatı yönetmesine izin verilirse, her şey “İmkânsız” ilan edilir; “Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin!” ifadesindeki üzere Friedrich Nietzsche’nin…[14]

Oysa insan(lık) için yaşamda hiçbir şey korkmak için değildir. Her şey anlaşılmak içinken; anlamak korkunun panzehiridir.

 

İNSAN(LIK)

 

Zor olanın “Ne” olduğu sorulduğunda, Anaksimandros’un, “Kendini bilmek,” yanıtını hatırla(t)malı öncelikle. Özellikle de alışkanlıkların duyarsızlaştırdığı insan(lık) giderek hiçleşirken. Oysa olması gereken insan(lık) duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edendir; bastıran, sessizliğe mahkûm eden değil! 

Güçlünün zayıfı ezdiği, köleleştirdiği, delirttiği insanlardan kendi olmalarını beklemek kolay değil; sormayıp, basitçe inanan, bilmemesinin yanında bilmeyi de istemeyen insan(lık)ı üretmekteyken kapitalizm!

Bu durumda yabancılaşmışları zincirlerden kurtarmak zordur elbette. Çünkü yabancılaşmış insan(lık)ın, korkudan ve dogmalardan başka hiçbir inancı yoktur. Ancak her şeye karşın insan(lık) iyi olmaktan vazgeçmemeli. 

Hayat, isteme ile erişme arasındaki sert mücadeledir; olması gereken insan(lar)ın aslî görevi ise, eşitlikçi özgürlüğü yaratmak ve savunmaktır: “Alevi en parlak olan mum yolu aydınlatan mumdur,”[15] vurgusu ile Andery Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir,” sözlerindeki gibi.

O hâlde “Hayattan ne istiyorum?” sorusu yerine “Hayat benden ne istiyor” demek ve dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldiğimizi “es” geçmemek gerekiyor.

Emek ve sevği insan(lık)ın kendini aşmasıyken; hayatının ölçüsü, uzunluğu değil, anlamlı kılınmasıdır; “İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz,” uyarısıyla Yaşar Kemal’in.

Kapitalist hükümranlık coğrafyasının tümünde olduğu gibi Türkiye’de de insan(lık)ı konuşmak zordur; “Her koyun kendi bacağından asılır”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı de”, “Bükemediğin eli öp”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi(zliği) dört yanı kuşatmışken, çürümüş değer(sizlik)ler üzerinde yükselen kirli ilişkiler “yükselen trend” olmuştur.

Kolay mı? 

Türkiye’de bir dolandırıcılık fırtınası yaşanıyor: Coğrafyamızda bir dolandırıcılık holdingi kurulmuş. Farklı dolandırıcılık yöntemlerini aynı çatı altında birleştiren çete, İstanbul’da 4 çağrı merkezi kurarak onlarca dolandırıcıyı çalıştırmış. Çetenin elinde 80 milyonun kimlik bilgileri ve internet alışveriş verileri var. Kargoyu teslim almayan ve iade eden binlerce kişiyi dolandırmışlar. Jigolo tuzağına onlarca kişiyi düşürmüşler. Cinsel ilaç vurgunu ile insanları zehirlemişler.

Ayrıca memleket dolandırıcılar cumhuriyeti oldu. Devlet, kişisel verileri koruyamadı ve on milyonlarca insanın kimlik, adres bilgileri ortalığa saçıldı, dolandırıcıların eline geçti. Memleket insanı sahipsiz ve yolunacak kaza dönüştürüldü. Adliyeler dolandırılan kişilerin suç duyurularıyla dolu ve savcılıklar şikâyetlere yetişemiyor.[16]

Bunlar da yetmezmiş gibi, “Ekvador’dan Avrupa’ya kokain ticaretini yöneten El Pipo Türkiye’de mi?”[17] sorusuna muhatap olunan koordinatlarda dünyanın bütün çeteleri memleketi üsse çevirmiş durumda.[18]

Şaka değil! Türkiye’de, 2019’dan beri giderek daha fazla metamfetamin yakaladı. Bu sayı 2022’de ikiye katlanarak 77.7 ton ile bütün zamanların rekorunu kırdı

Türkiye, 2022’de önceki yıllara göre daha fazla “Captagon” ele geçirilmiştir. 2021’de 14 milyon tablet yakalanırken, bu sayı 2022’de 24 milyon tablete yükselmiştir. 

Esrarın çok güçlü bir şekli olan “skunk” kaçakçılığı Türkiye için ciddi bir sorun oluşturuyor. Ülkede, 2020-2022 kesitinde esrar yakalamalarında azalma gözlenirken, ele geçen “skunk” miktarlarının önceki yıllara göre artış kaydedildi. 2022’de ele geçen esrar miktarı 2020’ye göre yüzde 28 daha azdı. Buna karşılık “skunk” yakalamaları bir önceki yıla göre yüzde 56 oranında artarak 8.6 tona ulaştı.

Giderek artan şekilde, doğrudan Latin Amerika’dan gelen ya da dolaylı olarak Batı Afrika’dan transit olarak Türkiye’ye ulaşan kokainin Balkan Yolu üzerinden Avrupa’nın hedef piyasalarına ulaşmasında ülke transit konumunda. Yakalanan kokain miktarı 2021’de, 2014 rakamlarına oranla  7 kat artarak 2.3 ton gibi rekor seviyeye ulaştı. Türkiye’yi transit geçen kokainin bir bölümü Ortadoğu piyasalarını hedefliyor. 2022’de Türkiye’de 2.3 ton kokain ele geçirildi. Bu miktar, 2021’e göre yüzde 18 daha fazla.

Metamfetamin kaçakçılığındaki artış ve 2022’deki rekor düzeyde yakalamalar yanında metamfetamine bağlı ölümlerin uyuşturucuya bağlı toplam ölümler içindeki payı da giderek yükseldi. 2018’de bu sayı yüzde 6.2 olduğu hâlde, 2020’de yüzde 31.2 ve nihayet 2022’de yüzde 59.9 seviyesine geldi.[19]

İlaveten: Coğrafyamızda, çeteleşmeyle gelen “şiddet” gün geçtikçe artıyorken; peş peşe yaşanan saldırı olayları ardından, büyüyen şiddet sarmalına karşı Sosyolog Dr. Nil Mutluer, “Olağanlaşan şiddet, iktidar ilişkisinin ve ahlak anlayışının yansıması” diyor.[20]

Bilinmesi gerek: Neo-liberalizm yalnızca hayatın her alanını metalaştırmayı amaçlayan bir ekonomik model değildir; aynı zamanda egemen ideolojide radikal bir dönüşümü de getiriyor. Neo-liberalizm, kendine uygun insan öznelliğini sınıf, toplumsal çıkar, planlama, dayanışma, ilerleme, eşitlik kavramlarını bastıran, birey, haz, mutluluk, rekabet gibi kavramlarla kurulmuş bir ideolojiyle üretir. Bu öznelliği, metaları işlevlerinden öte haz nesnelerine dönüştüren “hazlara dayalı tüketim tarzı” içinde yeniden üretiyor. 

Nihayet teknolojik gelişmeler: İnternet, daha sonra akıllı telefon bu ikisi üzerinde gelişen “sosyal medya” platformları bireyler arasındaki ilişkileri, zaman kullanma tarzlarını değiştiriyor. “Gösteri Toplumu” daha da derinleşirken, medyada felaket haberleri üzerinden sansasyon ile izleyici, okuyucu kapma yarışı, bu yarışın anne ve anne-babalarda yarattığı korku ortamı çocukların yetişme koşullarını da etkiliyor. 

Bu “yeni” kuşağın ruh hâlini en iyi “anksiyete” kavramı tanımlıyor: “Anksiyete”, korkudan farklı olarak birey arzu nesnesine ulaşmanın imkânsızlığına inandıkça, egemen ideoloji verimliliğini verili anlamlar sistemi de istikrarını kaybettikçe, günlük yaşamda irili ufaklı travmalar yaşandıkça (medyada hazlara dayalı tüketimin reklamları-gerçek yaşamda güvencesizlik, yoksulluk), bireyin kendisi hakkındaki algısıyla dışındaki dünyadaki konumu arasındaki fark açıldıkça, tatmin ve mutluluk getireceğini düşündüğü nesneler düş kırıklığı (tatminsizlik) yarattıkça “Gelişen ve giderek derinleşen bir durum”[21] olarak tanımlanıyor.

Durgun bir huzursuzluk sarmış her yeri. Durgun olmasa daha iyi, ama insanlar öyle bir görünmezlik sisi içerisinde kalmış ki, adalet yoksunluğu öyle bir noktaya gelmiş ki… Durgun huzursuzluk, şimdiki zamanın kaybıyla ilgili. Kaygı yükü insanı geçmiş ile gelecek arasına sıkıştırırken şimdiki zaman da ellerimizden kayıp gidiyor.

Durgun huzursuzluk, her an her şey olabilir ve olacak şeylere etkisi olunamayacağı inancından beslenir. Savaş mı çıktı,? Bir öğrenci ihmal sonucu asansör faciasında mı öldü? Her şeye zam mı geldi? Birileri pazarda yerden sebze meyve toplarken, birileri de metrelerce uzunlukta paralar mı takıyor düğünlerde ya da kahvesini altın karıştırarak mı içiyor? Buzullar mı eriyor, doğal felaketler mi yaşanıyor? Her şeye durgun bir huzursuzluk eşlik ediyor.

Artık milyonlarca insan antidepresanlarla hayata tutunmaya çalışıyor, yalnızlık toplum sağılığını tehdit eden bir salgın gibi algılanır olduğu için İngiltere’de yalnızlık bakanlığı bile kuruldu![22]

Hayal kırıklıkları, sosyo ekonomik şartlar, dijitalleşme ve daha pek çok etken bizi bu noktaya getirdi; “Çürümenin derinleştiği, ahlâki yozlaşmanın kurumsallaştığı, vurdumduymazlığın arttığı bir ülkede bireyler önce toplum olma vasfını kaybederler. Çürüme ve yozlaşma toplumu bölüp parçalar. Gelecek umudunu yok eder,”[23] itirafındaki üzere Kemal Kılıçdaroğlu’nun…

Evet, “Siyasetin ar damarı” çatladı! Sözlüklerde bunun anlamı “Utanç duyulacak şeylerin hiç sıkılmadan, pervasızca yapılır olması” diye yazılı… 

Post-modern dönem ve durum olarak da vaftiz edilen, çağımızın “küreselleşme” diye lanse edilen ortamında bir yanda “ideolojilerin öldüğü” tumturaklı laflarla ilan ediliyor; öte yanda egemenlerin ideolojileri, paradoksal olarak, “doğal durum/yazgı” olarak sunuluyor! 

Kısacası, her şeyin mubah görülebileceği bir laf kalabalığı ortamı oluşturulup, yoğun bir kara propaganda süreci sürdürülmekte. Böylelikle hiç bir bağlaşım/tutarlılık kaygısı aranmadan kitleler “iğfal” edilebilmektedir.

Malum; gerçeklerin çarpıtılarak sunulabildiği yerlerde güçlü bir karşı propaganda oluşamıyorsa fiilen sunulanın etkilerinden sıyrılıp, kurtulmak hiç kolay değildir. Etkili karşı propagandanın dayanağı ise alternatif bir ideolojiye dayandırılıp dayandırılamamasıdır.

Sonuç kaçınılmaz olarak egemen ideolojiye bir tür teslimiyet oluyor. Bu nedenle “ar damarın çatlamasına çok şaşırmamalı![24]

Alain Badiou gibi düşünürlerin belirttiği gibi şimdiki zamanı yeniden inşa etmeden dünyalı olamayacağız. 

Şimdi yeniden ideolojik düşünce ve davranışa muhtacız!

Bunsuz olmuyor. Bu vazgeçilemez insani bir özelliktir. Ve elbette böylesine düşünmemiz, iktidarın işine gelmezken; Joshua Reynolds, “Düşünmenin külfetinden kaçmak için insanın başvuramayacağı yol yoktur”…

Lev Tolstoy, “İnsan aklı, onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için vardır”…

Thomas Bernhard, “Düşünen insan doğuştan mutsuz bir insandır”… 

Hikmet Kıvılcımlı, “İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. İçine bir şey atmazsan kendi kendini öğütür,” diye anımsatırlar. Çünkü düşünmeyen insan(lar) uyurgezerlere benzer; insanın ne istediğini bilmesi “olmazsa olmaz”dır ve böylesi bir duruşu da vazgeçilemez kılar.[25]

“Kendi duruşundan emin olan kişilerin etrafındakileri aşağılamak gibi huyları yoktur. Kendini beğenmişlik ve kibrin nedeni derin bir korkudur.”[26]

İnsan olmakta/ kalmakta kararlı olanlar için ezilenlerin acılarına üzülmek yanında, onu paylaşmak ve onlara olduklarından ya da hak ettiklerinden daha az değer vermenin yanlış olduğunu anlatmak gerek.

Bir de umudu yaratarak toplumsallaştırmak gerek…

Umut ilkesi hayatın önemli gerçeklerindendir. İnsanlara bir varış noktası duygusu ve başlamak için cüret aşılar. 

Bu nedenle John Berger, “Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür”; Anne Bronte, “Hayat ve umut birlikte sona ermelidir,” derlerken; umudunu kaybetmeyenler, umutsuzluğa prim vermezler. Çünkü, “Usancı, bezginliği biran unutturan bir şey varsa yaşama sokuverdiğimiz umuttur…”[27]

Umudu umut yapan da hayatın amacı özgürlüktür! 

Emma Goldman’ın, “İnsanlık kendi kuvveti ve yeteneklerinin bilincine varmalıdır; insanların daha iyi ve onurlu bir yeni hayat başlatmak için özgürleşmeleri zorunludur,” notunu düştüğü kolektif sorumluluk olarak o, yıldızlara bakmayı asla unutmamak ve severek yaşamaktır hayatı, büyük bir meydan okumayla…

 

GERÇEK, DİRENİŞ, ÜTOPYA, GELECEK

 

Meydan okumak ve dünyayı değiştirmek için hayale muhtacız ve hiçbir şey başkaldıran hayal kadar güzel ve güçlü olamaz. 

Düşler(imiz) sürdürüldüğü sürece hayata mündemiçken; büyük hayaller, hayal kuran insanların eylemleriyle hayata geçirilir; “Olağan insanlar hayal gücümüzü etkileyemezler.”[28] 

Ancak kimi insanlar hayal etme yetisinden yoksundurlar. Onlar sadece kendilerine söylenenleri tekrar edip dururlarken; sırf maaş vaadinden ötürü hayallerinin/ tutkularının peşinden gitmezlerken; farklı bir şey yapmayı, hak istemeyi, direnmeyi hayal bile edemezler.

Direnmek, gerçekten gerçeğimizi keşfetmemiz ve yaparak bildiğimizi göstermektir; sadece kitap okuyup, yazmak yetmez… Meydan okumalıdır insan(lık), kendine, hayata, dünyaya…

Gilles Deleuze’ün, “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur,” sözlerindeki üzeredir her şey; ve hayat(ımız)ı sınıf mücadelesi ekseninde kendimiz yaparız; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur.[29]

Kuşku yok: Bir kuruluş ile yıkılış serüveni olarak hayata değer katan bıçak sırtında olabilme cüretiyken; öyle yaşamalıdır ki, bitmemeli, evrene yayılmalıdır ısrarı: Sonsuza dek yaşayacakmış gibi düşünüp, yarın ölecekmiş gibi davranmalıyken…

Malum: Sonsuz değişimler içindir hayat. Yani söylediklerimiz ve yaptıklarımız, etkileri hayatımızın ötesine geçmiyorsa, önemsizdir. Bunun için de hayatı anlamlandırmak için dünyayı değiştirecek davanın neferi olmak gerek.

Özetle ahlâklı olmak, direnmek, vazgeçmemek kolay ve rahat bir hayat için uygun değildir; Jean Paul Sartre’ın, “Şu hayatta önemli olan tek şey, bir insanın ‘Ben gerçekten yaşadım’ diyebilmesidir. Onun dışında hiçbir şeyin önemi yok,” sözlerini hayata geçirmek için gerçeklere bağlanılmalıdır! Çünkü “Gerçek bir teori değildir, bir eylemdir, hayatın kendisidir,” altını çizdiği üzere Mikhail Bakunin’in…

Kolay mı?

Hayata dokunduğumuz ölçüde gerçeğe yaklaşırız.

Gerçeğin beklemeye tahammülü yok; beklemek bir tuzaktır. Her zaman beklemek için sebepler olacaktır; “Hepimiz bir şey bekleriz. Mesela ben, hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum, bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim, bütün zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değildi de bir tür bekleyişti,” sözlerindeki edilgenlik ile Andrey Tarkovski’nin..

Tam da burada gelecek için beklentilerle ertelemeden gerçeğe cesaretle taraf olunmalıdır.

Gelecek, değişimin ürünüdür. Çünkü; ona karşı gelmek saçma ve boşa bir çaba olmaktan öteye geçemez. Değil mi ki, değişim hayatın ta kendisidir; ütopyanın realizasyon imkânıdır. 

1516’da Thomas More’un yayımladığı ‘Ütopya’ başlıklı yapıt “olmayan yer” ya da “düş ülke”yi anlatır.[30]

Özetin özeti: Hayatın anlamı, ona vermeyi seçtiğimiz şeydir. Anlam, sadece insan(lar)ın dünyayı değiştirme eylemlerinden doğarken; gerçekleştirebildiklerimiz ütopyalarımızdır. 

 

“HAYAT” FASLI

 

“Hayat” faslında Jacques Vergès’in, “Hayatta en kötü şey, teslim olmaktır”…

Che Guevara’nın, “Hayat korkakları affetmez.” “Düşmanın yoksa, hayatta hiç başarılı olamadın demektir”…

José Ortega y Gasset’in, “Hayat ne olduğunuz değil, ne olmak istediğinizdir”…

Andrey Tarkovski’ni, “Hayatı yalnızca hazzın peşinden giderek yaşamamız gerektiğini kim söylemiş? Ben bu iddiayı saçma ve yanlış buluyorum”…[31]

Leonardo da Vinci’nin, “Hayatın sunduğu yol dikse, sen de başını dik tut,” sözlerinin altını ısrarla çizmek “olmazsa olmaz”dır. 

Aslı sorulur ise hayatta en büyük şey, “yapamazsın” denileni yapmakken; o, kendini bulmak değil kendini yaratmakla ilgilidir. Yani yaşamayı sürdürmek sadece nefes almayı sürdürmek değildir. 

Bunun için ne konuştuğunuzla değil, neyi yaptığınızla ilgilenen hayat oksijen alıp karbondioksit vermekten ibaret değildir ve dolu dolu yaşanırsa olağanüstüdür; ne kadar yaşanmamışsa da ölümden o kadar korkulur. 

Gerçekten de hakkı verilirse ölümden çok daha güçlü olan hayattaki en büyük risk, risk almamaktır ve de hayat cesaretle yaşanmalıdır; uzun olmaması pahasına… 

Hayata değer vermeyen onu hak etmemiştir; o, insan(lık)ın hayal gücüne göre büyür veya küçülür. Emeğin karşılığıdır ve hafızasız, edilgen bir hayat, hiçtir.

Kapitalizmin insan(lık)a dayattığı hayat; çoğunluğun gülemediği için ağladığı, lafta “yaşadığı” hâl(ler)den ibarettir. Sayısız insan, cehennem gibi bir hayat içinde ölümle pençeleşiyorken; devlet, hayat üzerinde ne kadar sınırsız güce sahipse, insan(lık)ın yaratıcı gücünü/ iradesini o kadar köreltip zayıflatır. 

Hayal ve hakikât müthiş bir alaşımı olarak bugündeki hayatta, daima başka bir hayat ve yarın imkânı vardır ve de mümkündür. Tabii onu arayanlar için.

Böylesi bir hayat doğası gereği riskliyken; farklı olmaya cesaret eden bir duruş sergilenmelidir. Hayat göründüğü kadar basit olmadığı gibi, anlaşılmaz da değildir; yaşamın geliştirilip, değiştirilmesine dair ilkelerin öneminin bilince çıkarılmalıdır.

Ne kadar acımasızca olursa olsun, yüzleşmekten geri durulamaması gereken hayatı sorgulamayıp, üzerinde düşünmeyenler yaşamamaktadırlar. Ayrıca ne pahasına olursa olsun yaşamaya değer olduğunu söyleyenlerin bir rezillik kitabesi yazdıkları “sır” değildir. Çünkü onların hayatta kalmak için ihanet etmeyecekleri hiçbir neden ve hiç kimse yoktur. 

Emile Ajar’ın, “Rol yapmazsanız asosyal, uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz,” uyarısını unutmayan ve elbette göze alan hayatın amacı onu estetize ederek toplumsallaştırmaktır.

Hayat bir mücadeledir, her birimiz üzerimize düşeni yapmalıyız. Onu para ile takas etme cinayetinden uzak durarak elbette…

İnsan(lık)ın hayatına anlam verememesi müthiş bir felakettir. Hayatın hakkını vermek, başkalarının acılarına kayıtsız kalmamakla mümkündür. “Yaşamak, amacını ortaya koyduğu zaman güzeldir”[32] ve anlamı da ötekiyle bulunur.

Söz konusu güzergâhta uzun yaşamak için değil, doğru yaşamak için çabalanmalıdır; sınıflı sömürü koşullarında insan(lar)ın yüzde doksanı yaşamayıp, sadece var oldukları görülmelidir.

Kaldı ki “Yaşama sevinci her şeyin üstünde”yken;[33] o, sadece karnın doyurulmasından, maddi gereksinimlerin karşılanmasından ibaret olmayıp; bir serüvendir, ama asla hazır bir reçete değil…

Böylesi cüretkâr bir yaşamın kısalığından yakınanlar, zamanlarını kötüye kullananlardır.Evet, evet hayat aynı yerde durmadan dönüp durmak, ardından da yaşlanıp ölmek değil elbette; dünyada başka türlü yaşamak mümkündür ve en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.

Hayat hem kendini geliştirmek hem de aşmaktır. Eğer bir şey sürekli aynı durumda kalıyorsa, o zaman yaşamak sadece ölmemektir. O kötülüklere karşı savaşmaktan ibarettir; eylemdir/ davranıştır; eylemsiz nafiledir.

O zor kararlarla doludur ve kazananlar bu zor kararları verenlerdir. Hayatı tahrip eden değil, onu inşa eden ve güzelleştiren insanlar olmaya gayret edilmelidir. Elbette başka bir yaşam olmalı, böylesine üzgün ve hüzünlü olmak için yaratılmış olamayız!

Uğrunda yaşama mücadelesi verilen hiçbir şeyin kalmadığı onursuz bir hayatın anlamı yoktur, olamaz da! Onun anlamı yaşadığın sürece fark yaratmaktır; “Hayata güvenin, bin kez güvenin. Umutsuzluğunuzu kovun. Böylece ölümü de kendinizden uzaklaştırmış olacaksınız. Cehennem sonsuza dek sürmez,” ifadesindeki üzere Elie Wiesel’in. 

İnsan(lık)a kim olduğunu öğreten hayat, bir bakış açısını, duruşu getirirken ve hiçbir şey, vicdanını harekete geçiren bir insan(lık)dan daha güçlü olamazken; Lucretius’un, “Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?” sorusu eşliğinde hayatıyla değişim yaratmaya çalışan insan(lık) için yapılabilecek en iyi şey, elinden gelenin en iyisini yapma iradesidir.

Hayatı pragmatik yaşamak, gerçeklerden bir kaçıştır; onu iktidarın kurallarına göre yaşama zorunluluğuna itiraz etmek, diz çöküp, baş eğmemek insan olmanın gereğidir.

“İyi de daha iyi bir yaşam için ne yapmalı?” sorusunun yanıtı başkaldıran insani yaratıcılıkta gizlidir. Bu yolda asla hayata sırt dönülmemeli. Hayat mücadeleyle yaratılanlardan ibarettir. Yani onu iyi veya kötüye kullanmamak insan(lık)a aittir.

Hayat ya ilerler ya da geriler; yerinde saymak yoktur. O dinamik bir süreçtir, asla statüko değil. Ve de hayat ileri doğru yaşanmıyorsa, nafiledir. Ayrıca bir tercih meselesidir. En önemlisi de hayatın en büyük hatası vazgeçmektir.

Acı ve ölüm hayatın reddedilemez parçalarıyken; bir mücadele olarak asıl hayat insan(lık)ı, boyunduruktan kurtulduktan sonra bekler. Bu kapsamda hayatta her zaman soru(n)lar, eski ile yeni, belirsizlikler ile beklenmedik imkânlar varken; en önemlisi “kararlı” bir tutuma sahip olmaktır. Tam da bunun için hayatımızın kahramanı, ideallerimizin savaşçısı olmalıyız.

O hâlde Che Guevara’nın, “Hayatın kurallarını değiştirecek kadar güçlü değilim ama kurallara boyun eğmeyecek kadar güçlüyüm,” uyarısı doğrultusunda, gücümüzü hayattan alırız.

Hayat yaşandığı kadardır; o, kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür; ona iyiliği kötülüğü katan insan(lık)ın seçim(ler)idir. Endişelerle her şeyi geleceğe erteleyen; hakkı verilmiş hayat insan(lık)ı pes edene ya da onun ötesine geçene kadar sınar.

Provası da, tashihi de olmayan hayattan korkmamak çok önemlidir; hata üstüne hata yapıp ders çıkaranlar başarılı olurlar.[34]

Eğer insan(lık) hayal ettiği hayatı yaşamak için mücadele ederek yolunu açıp ilerliyorsa, bunun için çalışıp/ çabalıyorsa elbette başaracaktır.

Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp unutulacak bir şey değilken; gerçek amaç yaşamını giydirip kuşatmak değildir; bu yaşamın “sandığın” şeyden uyanmakla, reddetmekle ilgilidir; “Yaşamın olduğu her yerde savaşmak istiyorum!” ifadesindeki üzere Clara Zetkin’in…

 

NİHAYET!

 

Rudolf Rocker, “Dünya şu anda bir krizde, çeşitli ve farklı biçimleriyle kapitalizmin yıkılması, gezegenin hayatının devamını sağlamak açısından artık hayati bir önem taşıyor,” derken ekler Komutan Yardımcısı Marcos: “Kapitalizm bize tatminden uzak bir hayat dayatır ve bu durumun karşısında sadece bir seçeneğimiz vardır: Yaşamlarımızı başka türlü yaratmak.”

Başka türlü bir yaşamı tahayyül etmek kolları yeniden sıvayıp hayatı savunmak yolunda temel görevimizdir; hiç pişman olmadan yapılması gerekenleri yapmaktır.

Bunun için de Seneca’nın, “Herkesin gözü önünde yaşıyormuş gibi yaşamalıyız; birileri yüreğimizin en derinini görüyormuş gibi düşünmeliyiz”…

François-Marie Arouet Voltaire’in, “Sadece iki günümüz var yaşamaya, bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez”…

Federico García Lorca’nın, “Kansız kalıp ölmek, kanı kuruyarak yaşamaktan iyidir,” uyarıları eşliğinde insan olmak (ve kalmak) fiiline ilişkin talebimizin hayat(mız)ı değiştirmek için radikal olmaktan başka seçeneği olmadığı kavranmalıdır!

 

24 Mart 2024 14:30:23, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergi, No:274, Mayıs 2024…

[1] Juvenal.

[2] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ayrıntı Yay., 1991.

[3] Sylvia Plath, Günlükler, çev: Merve Sevtap Ilgın, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.

[4] Bruce Willis, The Sixth Sense, Altıncı His, 1999… https://www.nadirkitap.com/altinci-his-the-sixth-sense-1999-orjinal-vcd-film-bruce-willis-efemera35959198.html

[5] Albert Camus, Defterler 2, çev: Ümit Moran Altan, İthaki Yay., 2003, s.272.

[6] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Selçuk Budak, Öteki Yay., 1993, s.280.

[7] “Sosyal medyada devrimci özne yoktur” diyen Jonathan Crary, oralarda “gibi yapanların” yer aldığını hatırlatıyor. 

Crary’e göre, internet kompleksi aracılığıyla metalar ve arzular da uzun zamandan beri tüketim listesinde. Bunların yanında, sistemin yakıtı olması için dağlar, denizler, yağmur ormanları ve tarım alanları hemen her gün tüketime açılıyor. Dijital mecralar ise bunların satıcı ve alıcılarıyla dolup taşıyor. Neo-liberal ve yeşil kapitalizm, aynı alanda örgütlenirken Crary önemli bir not düşüyor: “Batı düşüncesinin tanımlayıcı özelliklerinden biri doğanın nesneleştirilmesi, bunun da bizleri fiziksel dünyanın sınırsız yaratıcılığı ve değişkenliği içerisine tam anlamıyla gömülme durumundan koparmasıdır.” 

Crary, yakıp yıkma kapitalizminin, insanları açlığa, kıtlığa, çatışmaya, yersiz-yurtsuzluğa ve vekâlet savaşlarına mahkûm ettiğini hatırlatıyor. Böyle bir ortamda, “bizler zarımızı her şeyin ‘dijitalleşmesinden’ yana atarak akışın devam edeceği sanrısı içinde yuvarlanıyoruz,” (Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken, çev: Tuncay Birkan, Metis Yay., 2023.) diyor.

[8] Michel de Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüboğlu, Cem Yay., 2012.

[9] Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., 2018.

[10] “Lüksün sergilenişinin neredeyse büyüleyici bir karakter edindiği genellikle vasat çok sayıda filmde görüldüğü gibi, seyirci başka bir gündelik hayat sayesinde kendi gündelik hayatından kopartılır.” (Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012, s.15.)

“Bir zamanlar insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı. Şimdi alışverişe çıkıyorlar. Tamamen bir hafıza kaybı dönemi yaşıyoruz.” (Arthur Miller.)

“Gereksiz ihtiyaçlardan oluşan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıyoruz sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımda veya aldığınızda ödemeyi parayla yapmıyoruz. Ödemeyi yaşamlarımızdan yapıyoruz. O parayı kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. Aradaki fark ise şu; hayatı satın alamazsınız, hayat geçip gider ve hayatınızı boşa harcayıp özgürlüğümüzü kaybetmek korkunç bir şeydir.” (Jose Mujica.)

[11] “Nereden geliyoruz? Ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz.” (Ulrike Meinhof.)

[12] Frank Mccourt, Angela’nın Külleri-Hatıralar, çev: Neşe Olcaytu, Epsilon Yay., 2001.

[13] Søren Kierkegaard, Kendinizi Sevmeyi Unutmayın, Aforizmalar, çev: Emre Murat Bozer, Aylak Adam Yay., 2016, s.83.

[14] “Hey korkmuşlar, bir arkadaşın hayatı pahasına yaşanılan hayat da hayat mıdır yani?” (Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s.58.)

[15] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s.93.

[16] Timur Soykan, “Dolandırıcılar Cumhuriyeti”, Birgün, 6 Mart 2024, s.7.

[17] Mustafa Özdemir-Yıldız Yazıcıoğlu, “El Pipo Türkiye’de mi?”, 23 Mart 2024… https://d33vxfhewnqf4z.cloudfront.net/a/ekvadordan-avrupaya-kokain-ticaretini-yoneten-el-pipo-turkiyede-mi/7539629.html

[18] Sercan Meriç, “Timur Soykan: Çürümenin Portresi: Baron İstilası”, Birgün Pazar, 10 Mart 2024, s.12.

[19] “Bu Veri Kolombiya’dan Değil Türkiye’den”, Birgün, 6 Mart 2024, s.9.

[20] Deniz Güngör, “Çeteleşme, Şiddet Sarmalını Büyüttü”, Birgün, 28 Ağustos 2023, s.3.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Direniş Neden Etkili Olamıyor?”, Cumhuriyet, 18 Mart 2024, s.11.

[22] Bülent Usta, “Durgun Huzursuzluk”, Birgün, 8 Kasım 2023, s.13.

[23] Kemal Kılıçdaroğlu, “Ahlâksızlığın Kurumsallaşması -2”, Cumhuriyet, 21 Mart 2024, s.2.

[24] A. Raşit Kaya, “Siyasetin Ardamarı İdeoloji”, Birgün, 29 Şubat 2024, s.10.

[25] “Asla! Bir sürünün içtiği yerden su içmedim, gecelediği yerde gecelemedim. Hayatımın hiçbir anında, ‘Vurun abalıya!’ demedim. İşkence tezgâhında bile inanmadığım şeyleri söyletemediler.” (Jean Jacques Rousseau.)

“Benim, ne ırk önyargım var ne sınıf önyargım var ne de din önyargım var. Tek umursadığım, kişinin insan olması ve bu benim için yeterli.” (Mark Twain.)

“Dünya benim ülkem. Bütün insanlar benim kardeşlerim. Ve iyilik yapmak benim inancım.” (Thomas Paine.)

“Haz geçici, onur sonsuzdur.” (Diogenes Laertios.)

[26] Alain de Botton, Statü Endişesi, çev: Ahu Sıla Bayer, Sel Yay., 2005, s.31.

[27] Bilge Karasu, Altı Ay Bir Güz, Metis Yay., 2018, s.16.

[28] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2002.

[29] “Benim acıya verecek bir şeyim kalmadı mutluluktan alacağım var.” (Yılmaz Güney.)

[30] Thomas More’un anlatısında Ütopya, hayali bir adanın adıdır. Ve yazar, Ütopya’da 100 bin nüfuslu ideal toplumu yaşatır. 

Ütopya halkını, aile toplulukları oluşturur. Her 30 aileyi, kendi seçtikleri Syphogrante adı verilen bir yargıç temsil eder. Yargıçlar kendi aralarında bir konsey oluşturur ve dört aday arasından bir yönetici seçerler. Yönetici, Prens’tir. Ütopya’ya ömür boyu liderlik yapmak için seçilir, ancak ne oldum delisi olur da diktatörlük taslamaya kalkarsa, alaşağı edilir…

Ütopya’da para ve kavramı yoktur. Açık pazarda herkes ihtiyacı olanı, ihtiyacı oranında alır. Pazarda alınacak mal olabilmesi için de her Ütopya yurttaşının iki yıllık “vatani” görevi, tarımcılıktır. 

Zaten Ütopya’da tembellik de yasaktır. Ev kadını yoktur, din adamı, asilzade, uşak, dilenci de yoktur. Herkes bir işe yaramakta, ancak günde altı saatten fazla çalışılmamaktadır, Ütopya’da…

Her ailenin evi tıpatıp aynıdır. Kapılarda kilit yoktur, çünkü hırsız yoktur ve benim malım, senin malın gibi bir alışkanlık yaratmamak için her evin ahalisi 10 yılda bir taşınmak zorundadır.

[31] Andrey Tarkovski, Şiirsel Sinema, çev: Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, 2009.

[32] Jack London, Beyaz Diş, çev: Kerim Çetinoğlu, Kum Saati Yay., 2010.

[33] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev. Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.288.

[34] “Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin.” (Che Guevara.)

 

AYRICA BAKIN

Seda Selek Kimdir Hayatı

Sunucu Seda Selek, 1980 senesinde İstanbul’da dünyaya geldi. Öğrenimini Marmara Üniversitesi Turizm ve Otelcilik bölümünde …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!