HAZROLU MİR SÊVDİN BEY

HAZROLU MİR SÊVDİN BEY’İ KİM ÖLDÜRDÜ?

”Sêvdin Bey’in 14 yaşındaki oğlu Aleâddin, çizmesinin içinde saklı bulunan tabancasını çekerek, bütün kurşunları valinin kalbine ve kafasına sıkar, valiyi gebertirken, babası oğlunun bu inanılmaz kahramanca davranışını acıklı bir ağıtımsı stranla selamlar ve daha sonra orada can verir.”

 

RIZA ÇOLPAN / Hazrolu Mir Sêvdin Bey’in Öldürülme Hikâyesi

Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, zaman zaman bazı yazılarımda “Ben bir siyaset yorumcusu değilim” diyorum, ki bu benim asıl gerçeğim. Çünkü ben hem Siyasal Bilgileri okumadım ve hemde ülkem Kürdistan’ın siyasetinden çok uzak bir diyarda yaşıyorum, ki bu diyarın basını da dünyamızda gelişen her çeşit siyasi ve diğer olayları yeterince halka duyurmuyor. Ayrıca ülkemizde bu işi yapan yüzlerce, binlerce siyaset adamı ve yorumcusu var. Bunun için ben yazılarımda ülkemin siyasetinden o denli bahsedemem, bunun yerine bazı tarihi olayları bildiğim kadarıyla sizlerle paylaşmaya çalışıyorum, ki bu yazımda da size bir Kürd Bey’inin zalim düşman tarafından nasıl bir yöntemle öldürüldüğü hikâyesini anlatmaya çalışacağım. Bu hikâye yirminci yüzyılın başında, yani 1909’da, başka bir deyişle 109 yıl önce zalim devşirmelerden oluşan İttihat Terakki kadrolarının yönetimde olduğu bir dönemde, Diyarbekir’e bağlı Hazro’nun o tarihte Miri olan Sêvdin Bey’in hanımının ihaneti sonucu Diyarbekir valisinin zalimane davranışının hikâyesi. Olaki o tarihte bu vali yüzbin Ermeni’nin kasabı olan devşirme Çerkez Dr. Reşit itidir.

Bunu kesin olarak bilemem. Ben tahminimi söylüyorum. Dilerim yanılmıyorum. Zira elimde bu olayla ilgili tarihi bir bilgi ve belge yok. Evet sevgili okuyucu kardeşlerim, ben bu hikâyeye başlamadan önce, size İslam dininin ilan tarihi olan 612 Hicret tarihinden günümüze kadar, İslam barbar komşularımızın biz Kürdlere uyguladıkları bazı zalimane ve namertçe barbarlıklarını anlatmaya çalışacak, daha sonra da Hazrolu Mir Sêvdin Bey’in nasıl öldürüldüğü hikâyesine geleceğim. Dilerim ilginizi çekecek, zalim düşmanlarımızın bize tarih boyunca yaptıkları zulmü daha iyi bir şekilde öğrenmiş olacak, kardeşlerinizle gerçek kardeş olmayı öğrenmiş olacaksınız. Böylesine bir dilekle.

Sevgili kardeşlerim, bildiğiniz gibi, Cennet Kürdistan coğrafyamız tarih boyunca zalimlerin hem iğrenç obur iştahalarını ve hemde ateşli şimşeklerini üstüne çekmiş, büyük tahribata uğramış, o Cennet’in yerli halkı olan halkımız büyük acılar çekmiştir. Bu şimşekler göklerin kara bulutlarından gelen şimşekler değil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın ve barbar Osmanlının kanlı kılıçlarının şimşekleriydi. Yiğit ve fedakâr halkımız yüzyıllar boyunca böylesine zalimlerle savaştı ve bugünde savaşmakta. Önce zalim ve barbar İslam ordularına yenildi, büyük kesim İslâm’ı kabul etti, fakat düşman sadece o değildi. Barbar Türk geldi Orta Asya’dan; İslâmlaşan halkımız onları din kardeşi bilerek, onlarla birlikte Hıristiyan Bizans odularını hem Cennet coğrafyamızdan ve hemde Anadolu toprağından kovdular. Barbar Türkler bir bela olarak gidip Konya’da Serçûk -kuş kafalılar- devletini kurdular, sonrada kanlı kılıçlarını namertçesine biz Kürdlere çevirdiler. Evet bu tarihi bir gerçek. Bu gerçek eski atalarımızın bir sözünü aklıma getirdi; onu yazmadan içim rahat olmaz. Zaten Kürdün şaşkın aklı benim ve benim gibi düşünen Kürdün içini yeterince incitmiş, hâlâ da incitmektedir. Atasözü şöyle: “Min xwedî kir bi nanê xwe, berda canê xwe”.

Gerçekten de böyle oldu, daha sonra ve günümüzde de bu gerçek meydanda. Fars’a gelince zaten o coğrafyada bize en yakın komşumuz idi. Yani yeğenimiz Büyük Kiryos’un namert torunlarının kurdukları Sasani, sonrada Erdebilli Kürd Şeyh Haydar’ın oğlu, barbar Türklerin yeğeni Şah İsmail’in Safevi Devleti. -Bugünde başka bir yeğen var- Evet, yıl 1639’a gelince, Serçûkların yıkıntıları üzerine kurulan zalim, katil, Osmanlı devleti ile namert Safevi devleti arasında yapılan Kasr-î Şîrîn antlaşmasıyla Cennet ülkemiz ikiye bölünüyor. Büyük Batı parçası Osmanlı egemenliğinin altına, diğer Doğu parçası da Safevi namert devletinin kanlı çizmeleri altına.

Gün ve zaman  23 Nisan, 1920 yılına gelince, Hasta Osmanlı ölüyor, bu kez onun kalıntıları üzerine onun devşirme, bêbav paşaları Ankara’da yeni bir meclis kuruyorlar, 1923 Lozan antlaşmasıyla bu kez Cennet ülkemiz dörde bölünüyor, ki bu durum  halende böyle. Kısacası halkımız tarih boyunca üç barbar ırktan zülüm görmüş, onların yalanlarına kanmış, korkunç ve zalimane davranışlarını görmüş, ama ne yazıkki bir türlü dostunu düşmanından ayırt edememiştir. Örneğin Horosanlı Kürd Serdar, Eba Müslim î Teberdar’ı (719-755) kandıran ve namertçe öldüren o günkü İslâm Halifesi El-Mansur. Daha sonraları sayısızca buna benzer namertçe örnekler. Yani “İslâm kardeş” dediğimiz İran, Irak, Suriye ve barbarların da barbarı Türkiye Faşist Cumhuriyet kadrolarının zalimane davranış ve ihanetleri.

Evet, böylesi uzun bir girişten sonra, yazının başlık meselesine gelmek istiyorum. Yani Hazrolu Mir Sêvdin Bey’in barbarca öldürülme hikâyesine.

Sevgili okuyucu kardeşlerim ben bu hikâyeyi daha çocukken hem köyün büyüklerinden ve hemde öldürme olayını ağıt olarak, tıpkı Memê Alan ve Zîna Zêdan hikâyesini hem sözlü ve hemde ağıtımsı biçimiyle stranlaştıran dengbêjlerden defalarca dinlemiş, insanı ağlatacak kısmıyla ağlayanlarla birlikte ağlamış, Kürd insanını gururlandıracak kısmıylada gururlanmış ve son derecede sevinmiştim. Hiç unutmam, merhum ağabeyim Hüseyin 14 yaşındaki -aşağıda anlatacağım- hikâye kahramanı, Sêvdin Bey’in oğlu Aleâddin, babasını çarmıha geren düşmanın üzerine kurşunları yağdırıp gebertip kaçtığında, yerinden fırlayarak birden “Hey min k….ê te xwaro” deyip gözyaşı döktüğünü hiç unutmam. Birde merhum ölümsüz liderimiz Mele Mustafa Barzani’nin 52 gün kahramanca zalim düşmanlara karşı yiğitçe savaşarak Bakû Azerbeycan Sovyet Cumhuriyetine kaçışını radyodan duyduğunda ona aynı şeyi heyecanla söylemişti.

Neyse sevgili okuyucular, konu, konuyu açar, ki bende bu konuda sabırsız bir adamım. Muhakkak aklıma geleni söyler, onu esas konunun içine serpiştirmeden rahat edemiyorum. Ne yapayım, bu da benim dermansız huy ve hastalığım. Bağışlayın. Şimdi de yazının başlık hikâyesine gelmek istiyorum. Yani Hazrolu Mir Sêvdin Bey’in Öldürülme hikâyesine. Hikâye bugün Diyarbekir’e bağlı Hazro ilçesinin Mir’î olan Sêvdîn Bey’in hikâyesi. Olay yukarıda bahsettiğim 1909, Osmanlı devşirme kadrolarının yönetimde oldukları bir dönemde oluyor.

Hikâye şöyle:
Hazrolu Mir Sêvdin Bey yukarıda bahsettiğim tarihte Hazro Mir’î, iki eşli bir Kürd Beyi. Mir’in birinci eşinden 14 yaşında Aleâddin adlı bir oğlu var ve ayrıca da o zaman Diyarbekir valisiyle sıkı bir dostluk ilişkileri içindedir. Mir Sêvdin Bey, zaman zaman valiyi konağına çağırır, birlikte yer içerler, iki dost gibi, fakat vali görünüşte dost, içten ise Mir Sêvdin Bey’e düşman, ayrıca büyük eşine gönül kaptıran bir namert. Zaten kadında validen öylesine bir duygu beklemektedir.  Zira Sêvdin Bey onun üzerine bir kuma getirmiş, bunun için de içten içe ona düşman olmuş, çoğu kez gizli gizli valiyle buluşup sevişmekte ve valiye “Sêvdin Beyi öldürürsen, seninle evlenirim” diyormuş. O günden sonra vali kesin olarak Sêvdin Bey’i düşman kategorisine koyar ve ona gizli gizli komplolar kurar, çeşitli bahaneler bularak onun devletin düşmanı olarak ilgili yukardaki üst mevkilere bildirir, üst mevki yönetiminde bulunan zalim İttihat Terakki kadroları da valiye “Hemen idam et” emri veriyorlar, Vali’de Sêvdin Bey’in idam gününü belirler ve haberi her tarafa ve tüm çevreye ilan eder, ama Sêvdin Bey bu karara inanmamaktadır. Çünkü yaptığı bir suç yoktur, kararı şaka, blöf olarak algılamaktadır.

Evet, Vali’nin tespit ettiği idam günü Sêvdin Bey’e bildirilir, Sêvdin Bey yine inanmaz, şaka sayar. Atına binip Diyarbekir’e doğru yola çıkmadan önce büyük eşi, yani oğlu Aleâddin’in annesi, ona alay edercesine: “Lütfen dönüşünde bana bir çift iskarpin ve bir de entari için bir kaç metre ipek kumaş getir kendime bir entari diktireyim” der. Sêvdin Bey ise “olur, istediklerini alır getiririm” diyor ve Diyarbekir’e doğru yola çıkıyor. Diyerbekir’e vardığında vali hemen cellatları tarafından onu yakalatır. Zaten vali daha önce  onu nerede, hangi meydanda ve nasıl idam edeceğini halka ve tüm çevreye de duyurmuş, bu işe inanmayan Sêvdin Bey ise, zalim avcıya av olarak gelmiştir, ama zalim avcı Sêvdin Bey’e idam sehpasını hazırlatmaz, cellatları emir gereği onu yere yatırarak, İsa misali onun iki el ve iki ayaklarını koca demir kazıklarla yere mıhlatır, ayrıca matkapla yüreğinin ve kollarının belirli yerlerinden delikler açtırarak, her deliğe bir mum koydurtur, cellatlar eliyle mumları yaktırır, kendiside karşıda özel bir yerde sandalyede oturarak o uygulattığı vahşete neşeyle seyreder.

Evet sevgili okuyucular, aynen böyle oluyor. Gelin biz Sêvdin Bey’i o vahşet ve zülüm içinde bırakalım, onun evine dönelim. Orada kocasına ihanet eden, o zulmü ve vahşeti ona laik gören büyük eşi, 14 yaşındaki oğlu Aleâddin ve küçük eşi ne yapıyorlar? İhanet eden hain kadın odasına çekilmiş, sonucu sabırsızlıkla beklerken, küçük eşi, oğulluğu Aleâddin’i yanına çağırır, ağlayarak ona: “Bak Aleâddin, eğer sen o babanın kanını taşıyor ve o babanın oğlu isen dediğimi yapacak, babanın intikamını alacak, onun kızıl kanını yerde bırakmayacaksın. Babanın yanımda özel bir tabancası var, onu senin çizmene ben yerleştireceğim, gideceksin babanın çarmıha gerildiği o meydanda daha baban can-vermeden o zalim valiyi öldürecek, yiğitçe kaçıp kurtulmaya çalışacaksın” der, Aleâddin ise: “Hiç merak etme, sana söz veriyorum, dediğini aynen yapmaya çalışacağım” dedikten sonra çizmelerini giyer doğru babasının çarmıha gerilen meydana koşarak orada bulunan seyircilerin arasına girer, karşıda valiyi görür. Meydan tıklım tıklım insanlarla dolu. Çünkü Sêvdin Bey gibi ünlü bir insanın idamının o şekilde yapılması büyük yankı uyandırmıştır. İdam edilme şekli mevcut kullanılan tarihi idamlardan çok farklı ve acımasız bir yöntemle olur. Örneğin idam şekli kurşunla değil, üç ayaklı dar ağacına asılma şekli değil, süngü ile delik-deşik edip öldürmek değil. Çok ilkel ve vahşi bir şekilde bir cana kıyılıyor.

De gelin biz Aleâddin’i seyreden kalabalığın içinde daha babasının intikamını almadan bırakalım, babası Sêvdin Bey’e dönelim. Acaba Sêvdin Bey o korkunç vahşi yöntem içinde nasıldır ve ne yapıyor? Ağlıyor, vahşi barbar düşmana yalvarıyor mu? Hayır. O, düşman karşısında en ufak bir acı duymazmış gibi duruyor ve son nefesini vermeyi beklerken, tam o sırada oradan bulunan çok zarif ve güzel, Diyarbekirli bir bayan Sêvdin Bey’in yakışıklı yüzünü ve vücudunu görünce, ölüm bekleyen Sêvdin Bey’e göz kırparken, Sêvdin Bey güler, fakat gülüşü valinin hoşuna gitmez, onu kuduz bir ite dönüştürür ve sert bir şekilde Sêvdin Bey’e önce küfür eder, sonra ona şöyle der: “Ulan sen ne kadar arsız bir kişisin. vücudun deliklerinde mumlar yanar, ellerin, bacakların demir kazıklarla yere çakıllı, sen ise karşımda gülüyorsun” deyince Sêvdin Bey valiye: “Vali Bey ben arsız biriyim, ama senin gibi barbar bir zalim değilim. Benim gülmemin bir sebebi var. Dinle de sana gülmemin sebebini açıklıyayım” der ve şunları söyler: “Benim gibi kimseye zararı olmayan bir insanı en zalimkâr bir şekilde öldürmekten zevk alan bir valinin aklına, diğer yandan soysuz ve şerefsiz bir kadın olan, benim büyük eşimin aklı; bir de Diyarbekir kadınlarının aklı… Öte yandan bunca işkence ve zülüm altında olan bedenim göz kırpmaktan hemen uyanan vücudun aklına gülmeyipte ne yapılır?

Bu üç akılda tıpkı birbirine benzer. Onun için güldüm” dediğinde valiyi hiddete getirir, kuduzlaşan vali sert bir emir ile cellatlarına: “Vurun, öldürün şu arsız hain Kürdü” dediğinde, hemen o anda kalabalığın içinden bir ok gibi fırlayan daha ölmemiş, öldürülmemiş Sêvdin Bey’in 14 yaşındaki oğlu Aleâddin, çizmesinin içinde saklı bulunan tabancasını çekerek, bütün kurşunları valinin kalbine ve kafasına sıkar, valiyi gebertirken, babası oğlunun bu inanılmaz kahramanca davranışını acıklı bir ağıtımsı stranla selamlar ve daha sonra orada can verir. Kalabalığın içinden uçarcasına kaçan Aleâddin ise, Diyarbekir kale surları ile örtülü olduğu için daha uzak bir yere gidemez: ancak gidebildiği kale duvarlarının bir yerinde üç kadınla karşılaşır. Aleâddin bu kadınların yanına vardığında, onlara: “Ben Hazro Bey’i Sêvdin Bey’in oğluyum. Babamı öldürten valiyi öldürdüm, beni kurtarın, gideceğim bir yerim ve kimsem yok” dediğinde, kadınların Sêvdin Bey’e karşı olan sevgi ve saygılarından dolayı onu hemen aralarına alarak giydikleri geniş siyah çarşaflarının altına alır, yere yan yana çömelerek otururlar. Alêâddin’in peşine düşen polis ve askerler o üç kadını gördüklerinde “Siz burada ne arıyorsunuz, evinize gitsenize, neden burada çömelip durmuşsunuz” deyip bağırdıklarında, kadınlardan biri utangaç bir yüz ifadesiyle: “Asker-ağa ayıptır söylemesi, bizim bir arkadaşın uçkuru kopmuş, bu haliyle bir yere gitmemiz mümkün değil. Ancak karanlık olsun, insanların ayağı sokaktan kesilsinki gidelim” dediğinde, asker ve polisler kadının o dediğine inanarak oradan uzaklaşırlar.

Nihayet akşam karanlığı başladığında kadınlar Aleâddin’i götürüp bir süre evlerinde saklar ve beslerler. Aleâddin o kadınların evinde bir müddet kaldıktan, olay da yavaş yavaş unutulmaya başladığında Aleâddin kadınlara: “Sağolun, hayatımı kurtardınız, size minnet borçluyum, artık evime dönüp, oradan başımın çaresine bakmalıyım” der, kadınlarda bir gece onu ip ile kale duvarından aşağıya indirirler, Aleâddin evine döner. Annesi oğlunu sahte bir sevinçle karşılar ve “Ah oğlum seni çok merak ettim, çok özledim, günlerdir herkesten seni soruyorum. Otur oğluma ellerimle önce bir yorgunluk kahvesini yapayım” der, gider kahve fincanına zehiri koyarak getirdiğinde Aleâddin annesine: “Sağol anne Diyarbekir kadınları bana çok kahve içirdiler; kahve içmekten dilim yandı, içemem. Yalnız babamdan istediğin iskarpin ve ipekli kumaşı getirdim. Biraz sonra da babam eve döner” der ve tabancayı çekerek annesinin vücudunu delik-deşik ederek öldürür. Aleâddin annesini öldürdükten sonra koşarak doğru analığının odasına gider. Kendisine silahı temin eden, veren ve babasının öcünü almaya yönlendiren analığına yaklaştığında hemen onun entari düğmelerini çözerek, memelerini ağzına alıp emer ve ağlayarak analığına: “Benim gerçek annem sensin. Çünkü babama sadakatla bağlı olan da sensin……“

Evet sevgili okuyucu kardeşlerim. Hazro Miri Sêvdin Bey’in hikâyesi bu ve burada bitiyor. Ben çocukken defalarca Sêvdin Beyin bu hikâyesini Memê Alan ve Zîna Zêdan’ın aşk türküsü ve söylencesiyle birlikte, insanı ağlatan ağıtımsı bir makamla defalarca, bizim orada Xıran aşiretinin bir köyünde ve babamın büyüttüğü bugün yüz yaşın üstünde olan Seid Keko amcanın oğlunun kirvesi, bülbül sesli Hasan adlı bir amcadan bir kaç kez dinledim, ne yazık ki ezberleyemedim, ama hikâyenin içeriği aklımın bir köşesinde saklı kalmıştı. Bunu birkaç yıl önce İstanbul’a gittiğimde, dayımın Riçik köylüsü Hüseyin ELALDI adlı, yaşlı kişiye bu hikâyeden bahsederken o bana hikâyeyi yeniden anlattı, sonrada unutmamam için kendi uslubuyla yazarak bana verdi. Hüseyin dayı yanılmıyorsam bugün yüz yaşına yakın bir yaşta, İstanbul Pendik’te oturur, CHP’nin Altıok rozetini de ceketinin yakasında gururla taşır, ki bu da Kürdün ne kadar dostunu düşmanını tanıdığının bir gerçeği.

Kendisini saygıyla anarken, bu eksikliğini de ölmeden önce görmesini çok ister, bana bu hikâyenin tam metnini verdiği için de kendisine yürekten teşekkür borçluyum. Ayrıca bu hikâyeyi yazmadan önce, olayın hangi tarihte olduğunu bilmiyordum. Hüseyin amca da bilmiyordu. Bunun üzerine bir kardeşim gibi sevdiğim, İsmail Beşikçi Vakfının Diyarbekir Şube Başkanı Mamoste Sayın Ahmed KANİ Bey’e telefon edip, bu olayın hangi tarihte vuku bulduğunu sordum, o bana “sorayım sonra sana hangi tarihte olmuşsa e-mail ile bildirim” dedi ve birgün sonra bana olayın 1909, devşirme İttihat Terakki kadrolarının iktidarda oldukları bir döneminde olduğunu kısa bir mesaj ile bildirdi. Mamoste Ahmed kardeşime, bu bilgiyi bana gönderdiğinden dolayı kendisine yürekten teşekkür ediyorum; sağolsun, varolsun.

Son verirken, kocasına ve halkına, şehvet ve kıskanlık duygularından dolayı zalim bir düşmana gönül kaptıran ve bu iğrenç duygu için oğlunu bile öldürmek isteyen her Kürd kadınına “Lanet olsun” derken, Şair Nesture nenemizi, ona benzer diğer neneleri, Zerife, Besê, Leyla Qasım gibi yiğit, yurtsever Kürd Ana, Nene ve Kızlarımızı da saygıyla anıyor, yine atalarımızın bir sözüyle yazıya son vermek istiyorum. Şöyle: Di zevîyekî da gîya jî tê dîtîn, haşa gû jî”.  Lê hezar mixabin ku di zevîyên me Kurdan da gû pirr tên dîtîn, bîhn jî serê me gêj, firşika me jî li navhev dixîne. Kürdün dostunu ve düşmanını tanıma dileğiyle.

Not:
Mir Sêvdin Bey’in oğlu Aleâddin Bey’in olay sonrası başına ne gibi belaların geldiğini bilenlerden değilim. Çünkü uzun ciğer paralayan ağıtta onun sonu hakkında bir bilgi yok. Dilerim yakın akrabalarından biri biliyordur. Bilenin de sonucu ve olayın eksikliklerini anlatması ve ya yazması dileğiyle.

navkurd.net.

 

Makalelerinizi şu adrese gönderebilirsiniz: bernamegeh@gmail.com

BERNAMEGEH

AYRICA BAKIN

Yağız Kaya Kimdir Hayatı

Müzisyen Yağız Kaya, 1976 senesinde Sivas ilinin Divriği ilçesinde dünyaya geldi. Yağız Kaya, müzik piyasasında …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!