”Yavuz Sultan Selim’in İslam Halifeliğini almasından sonra Müslüman Kürt mîrlikleriyle Osmanlı’nın ilişkileri daha da yoğunlaşmış, iki devletin tepişme alanında bulunan Çaldıran Savaşı’na giderken ve sonrasında bunun resmi statüye kavuşturulması görevi bizzat Yavuz Selim tarafından, maiyetinde bulunan Kürt bürokrat İdris-i Bidlisî’ye verilmişti.”
MEHMET BAYRAK
Kürt- Türk ilişkilerinin yaklaşık bin yıllık tarihinde, Kürtler hemen her zaman Türklere destekçi ancak Osmanlılar’dan başlayarak Türkler, hemen her zaman Kürtlere köstekçi olmuşlardır dersek, yanlış söylemiş olmayız.
Türklere Anadolu’nun kapılarını açan 1070/71’deki Malazgirt savaşı, Türk sultanı Alparslan ile veziri Nizamü’l- Mülk’ün “Müslümanlık” bileşkesinden yola çıkarak yaptıkları yardım talebi üzerine, 15 bin dolayında Kürt savaşçısının katkısıyla kazanılmış ve Türkler Anadolu’yu yurtluk edinmişlerdir. İşin ilginç yanı, aynı savaşta bir bu kadar Türk unsuru, paralı asker olarak Bizans imparatoru Romanes Diogenes (Romen Diyojen)in ordusunda görev almıştır. Bu nedenle de, Malazgirt, birçok Türk tarihçi tarafından “Türkler ile Kürtler’in ortak zaferi” olarak adlandırılır.
12. yüzyılın sonlarında 3. Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyan ordularını yenilgiye uğratıp, bölgeden uzaklaştıran ünlü Kürt komutanı ve devlet adamı Selahaddin Eyyubi olur. 14. yüzyılda 1387’de Timur, Anadolu’ya ilk girdiğinde, onunla savaşıp onu geri püskürten Türkmen Beyi Kara Mehmet’in müttefikleri Kürt beyleridir. 11-14. yüzyıllar arasında Kürdistan’da bağımsız Kürt mîrlikleri dışında Artukoğulları, İnaloğulları, Çubukoğulları ve Saltukoğulları gibi kimi ortak beylikler oluşturulurken; Selçuklular döneminde Anadolu içlerinde de Germiyanoğulları gibi kimi Kürt kimlikli beylikler kurulur. (Bkz. Ergun Balcı: Türkler ve Kürtler; Cumhuriyet Hafta, 20.2.1998).
Beylikler dönemi sona ermiş ve 15. yüzyılın sonlarında Kürdistan’ın batısında ve doğusunda Osmanlı ve Safevi devletleri adıyla iki devlet hızla örgütlenmekte ve genişlemeye çalışmaktadır. Bu iki devlet, 16. yüzyılın başlarında genişleme ve imparatorluk olma mücadelesi vermektedirler. İki devletin kesişme bölgesinde Kürt mîrlikleri vardır. Hangi devlet, bu mirlikleri yanına alırsa, karşı tarafa galebe çalması kaçınılmazdır.
Devlet adamı mı, mandacı mı?
Evet, hemen bütün Osmanlı tarihleri ile eski Kürt tarihleri, İdris-i Bidlisî’ye “büyük devlet adamı, diplomat, yazar ve tarihçi” sıfatıyla övgüler dizerler. Yakın dönemde de onu, “Büyük devlet adamı ve diplomat” olarak sunan Kürt yazarları vardır.
Oysa, başta 20. yüzyılda Kürt Özgürlük Örgütü Xoybûn yöneticilerinden Celadet Bedirxan olmak üzere, Kürt aydınlanma hareketi İdris-i Bidlisî’nin politikasını “mandacılık” olarak nitelendirirler. Sözgelimi Celadet Bedirxan, Cumhuriyet’in 10. yıldönümü dolayısıyla Türkiye Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk’e gönderdiği ünlü Açık Mektup’ta şunları söyleyecektir:
“Kürdistan, kadim bir mefhum-u tarihîdir ve Kürdistan meselesi ne zamanınızda ve ne de siyasetlerinin varisi olduğunuz İttihad ve Terakki Hükümeti zamanında başlamış değildir. (…) Evet, Kürdistan meselesi, ne zamanınızda ne de selefleriniz zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan meselesi, Kürt ümerasının ilk Osmanlı Tarihi (Heşt Bihişt) müellifi İdris-i Bidlisî vasıtasiyle Yavuz Sultan Selim’e, Sünni bir hükümdara biat ettikleri gündenberi mevcuttur. (…) Evet, mesele çok eski zamandan beri mevcuttu. Ancak devir ve zaman ve her devrin telâkkiyat ve temayülâtına göre şekil ve renginde tebeddül ve tahavvüller vardır. Bazen hususi ve tipik bir feodalizm manzarası arzeder. Muhtelif devirlerde Osmanlılık ve hilâfet mefhum ve camialarında mezhebî bir şekil alır. Bu devirde sessiz sessiz çalışan bir Şafiilik ve Hanefilik meselesi mevzubahistir. Bazen de aşiret isyanı şeklinde tecelli eylemiş müselsel bir (Ekrâd-ı bednihad) vak’ası başlıbaşına bir devir teşkil eder. Bugünkü şekil ise esasen asrın en büyük karakteristiki olan bariz bir milliyet şeklidir.” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993, 2. Bas. 2013, s. 576).
Yakın dönemin Kürt aydınlarından, iki yönden Şeyh Said’in torunu olan A. Melik Fırat da, Bidlisî’nin izlediği politikayı “mezhebî” olarak nitelendirmekte ve suçlamaktaydı.
Modernleşme dönemi Kürt ulusal hareketinin vicdani sözcüsü konumunda olan Kürt aydını Dr. Celadet Bedirxan, “Dr. Bletch Shirguh” imzasıyla Xoybûn’un kuruluşundan kısa süre sonra, bu örgüt adına 1930’da dört dilde yayımladığı “Kürt Sorununun Kökeni ve Nedenleri” konulu kapsamlı ünlü broşüründe de; Kürt- Türk ilişkilerinin anlaşmazlık sürecini irdelemekte ve şunları söylemektedir:
“Kürtler, yapılan anlaşmalar gereği konulmuş kurallara uyarak, Türk Sultanlarının girdiği bütün savaşlara, kendi imkânlarıyla, kendi cephane ve askerleriyle katıldılar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya ve Avrupa sınırlarına kadar genişlemesini ve büyümesini sağlamak için yüzbinlerce Kürt, Viyana’nın savaş alanlarında öldü.
Kürtler’in bütün bu fedakârlıkları, kurulu düzene sıkı bağlılıkları bile Türkler’in açgözlülüğünü ortadan kaldıramadı. Kürt Mîrliklerine, yarı-bağımsız bir uyruk gibi görüp; zor ve şiddet kullanmadıklarını söyleyen Türk Sultanları hiçbir zaman iyi niyetli olmadılar. Çok geçmeden Türk Sultanları, Kürtlere tanınan imtiyazları ortadan kaldırmak ve topraklarını Osmanlı İmparatorluğu’na katmak için bahaneler uydurup, fırsat aramaya ve yaratmaya başladılar. Böylece hainlikle, kurnazlıkla, ikiyüzlülükle, şiddetle ve diğer yollarla yavaş yavaş amaçlarına ulaştılar. 1847 yılında, bütün manevralara ve entrikalara rağmen direnerek ayakta kalan son prenslik de yok edildi ve böylece, bütün Kürdistan Türk egemenliği altına girdi. Kürt-Türk uzlaşmazlığının başladığı bu dönem, Türk sultanlarının, verdiği sözleri bozduğu dönemdir. Bu nedenle, Türklerin yokedici baskılarına karşı her yerde isyanlar patlak verdi ve bu ülke asla güven ve huzur ortamını bulamadı. Victor Hugo’nun dediği gibi ‘nerede yıkıntı ve yas varsa, oradan Türkler geçmiş’ demekti…” (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri- I; Özge yay. Ank. 1884, s. 66).
Gerçekten de, 16. yüzyılda reformunu ve rönesansını gerçekleştirerek, büyük bir atağa geçen Batı karşısında giderek gerilemeye başlayan Osmanlı devleti, aynı yolu izleyerek yenileşmek yerine, yaşamını sürdürebilmek için 18. yüzyılın sonlarından başlayarak, o zamana kadar özerk niteliklerini koruyan Kürt mîrliklerini doğrudan kendisine bağlama yoluna gidiyordu.
Bu politika, 19. yüzyılın başlarından itibaren Kürt mîrliklerinin karşı atağa geçmesine ve birçok başkaldırıya yol açıyordu. Osmanlı yönetimi ise kendince bir ara formül bularak, isyanların önünü kesmek üzere 1848’de Kürdistan’ı bir eyalet olarak ilan ediyor ve eyalet valiliğine Kürt kökenli Esad Paşa’yı atıyordu. Esad Paşa, Kürt kimliğine rağmen Osmanlı’nın güvenini kazanmış bir yöneticidir. Aynı zamanda şair de olan Esad Paşa, bir şiirinde; “Sen anlamazsın ey büt Kürdî lisanımı/ Ben ıstılah-ı Amid u Van söylerim sana” yani (Ey sevgili, sen benim Kürt dilimi bilmezsin/ Çünkü ben sana Diyarbakır ve Van terminolojisiyle hitap ediyorum) derse de, şiirlerini Osmanlıca yazan bir Osmanlı yöneticisidir.
Amaç, Kürt mücadelesinin önünü kesmektir ve önemli ölçüde başarılı da olur. Çünkü o dönemde Osmanlı yönetimi, “Tanzimat” adı altında bir yenileşme hareketi içerisindedir ve özgürlükler vaat etmektedir. Bu nedenle de, Kürtler umutlu bir bekleyiş içine girmiş ve mîrliklerin etkinlikleri önemli ölçüde kırılmıştır. Ancak, Osmanlı’nın üst yapıda kalan şematik düzenlemeleri, sorunları çözmeye yetmez. Üstelik bu aşamada, Meşruti yönetime son vererek katı bir yönetim tarzına geçen II. Abdülhamid işbaşındadır. Buna bir tepki olarak, önemli Kürt mîrliklerinden Bedirxan Osman Paşa ile kardeşi Hüseyin Kenan Paşa, bu aşamada 1877’de isyan ederler. Hemen ardından da 1881’de Şeyh Ubeydullah İsyanı patlak verir. Üstelik, bu son isyanların amacı “müstakil bir Kürdistan” kurmaktır.
Kurnaz politikacı Padişah II. Abdülhamid, tehlikeyi sezmiş ve yeni bir Kürt politikası uygulamaya koymuştur. Bu yeni politika; Kürtleri yönetime ortak etme savıyla “Kürt Aşiret Alayları” ve “Aşiret Mektebi” adı altında “askerileştirme”dir. Bu politika; bir yandan yeni Kürt aydınları oluşumuna kapı açarken, bir yandan da Kürtler arasındaki çelişkileri iyice artırmıştır…
Bağımlılık ve yıkım süreci
İdris-i Bidlisî’nin, bazı Kürt aydınlarınca “mandacı” olarak nitelendirildiğini, bazılarınca da diplomasi yoluyla Kürtler’in muhtar (özerk) statülerini Osmanlı nezdinde meşrulaştıran büyük bir devlet adamı olarak değerlendirildiğini yukarıda vurgulamıştık. Oysa, Kürt mîrlikleri daha önce zaten “muhtar” konumdaydılar. Kürt aydını ve filozofu Ehmedê Xanî’nin daha sonra hayıflanarak vurguladığı özerk ve özgür statü korunsaydı; Kürt mîrlikleri doğrudan Osmanlı’nın yanında taraf olmayacak, dolayısıyla Osmanlı ve Safevi devletlerinin genişleme ve üstünlük sağlama amaçlı tepişme ve talan alanı haline gelmeyecekti. Bu nedenle, İdris-i Bidlisî’nin, Yavuz Selim’in isteğiyle önayak olduğu bu yeni statü, İslamî ortak bileşkenin yolaçtığı ve etkilerini bugün de yaşadığımız yeni bir “bağımlılık ve yıkım süreci” başlatıyordu. Safevi Şahı İsmail’in, kendisine başvuran Kürt mîr ve beylerini tutuklayarak Osmanlı’nın yanına itmesi de, işin tuzu- biberi olmuştu. İşte, Ehmedê Xanî’nin isyan ettiği yeni süreç de buydu. Bu nedenle, XVI. yüzyıl, yalnız Osmanlı ve Safevi tarihi açısından değil; Kürt tarihi açısından da önemli bir dönemeci simgeler.
İdris-i Bidlisî, geçmişte Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve oğlunun yanında münşi olarak çalışan bir bürokrattır. Dört dilde yazışma yapabilen Bidlisî, Akkoyunlu devletinin dağılmasından sonra Osmanlı devletinde görev alır.
Yavuz Selim’in İdris-i Bidlisî’nin mektubu
Yavuz Sultan Selim’in İslam Halifeliğini almasından sonra Müslüman Kürt mîrlikleriyle Osmanlı’nın ilişkileri daha da yoğunlaşmış, iki devletin tepişme alanında bulunan Çaldıran Savaşı’na giderken ve sonrasında bunun resmi statüye kavuşturulması görevi bizzat Yavuz Selim tarafından, maiyetinde bulunan Kürt bürokrat İdris-i Bidlisî’ye verilmişti. Nitekim, Yavuz Selim, İdris-i Bidlisî’ye yolladığı fermanda “Mektubun geldi. Diyarbekir vilayetinin külliyen fethine bais olduğun anlaşıldı. Yüzün ak olsun. İnşallah sair vilayetlerin fethine de sebep olursun” dedikten sonra kendisine gönderilecek hediyeleri sıralıyor ve – bugünün Türkçesiyle- sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Yüceler yücesi, fazilet abidesi, tarikat yolcusu, şeriat yolunun rehberi, dini sorunları çözüme kavuşturan, inançla ilgili zor konuları analiz eden, bu dünyanın özü, melik ve sultanların yakın dostu, tevhid ve kutsama yolcularının önderi, değerli Mevlana Hakimüddin İdris!
Bizim yüce Sultanlık fermanı zat-ı âlinize ulaştığı zaman şunu bilmiş olacaksınız: Sizin güvenilir, dindar, dürüst ve sadakat sahibi bir şahsiyet olarak ve sizden beklendiği gibi, bütün Diyarbekir eyaletinin fethini müjdeleyen mektubunuz, benim saadet Sarayıma ulaştı, Allah yüzünü ağartsın. İnşallah diğer vilayetlerin fethinde de faal bir sebep olursun, bizim de Hükümdarlık yardımları sonuna kadar senin emrinde olacaktır.
Ayrıca size gönderdiğim ödeneklerle birlikte mübarek şevval ayının sonuna kadar 2000 altın florin, bir samur kürkü, bir vaşak kürkü, iki adet yün elbise, iki adet kadife elbise, içi samur kürklü bir adet yün giysi, içi vaşak derisinden bir adet kürk ve kını ithal kadife ile kaplı bir adet gümüş kınlı bir kılınç gönderiyorum. Bunları aldığın zaman sağlık ve esenlik içinde yüce Allah’ın izniyle onları ihtiyaçların için kullanırsın. Zât-ı âlinizin ihlas ve dürüstlüğünü mükafatlandırmak ve yaptığın hizmetleri takdir ettiğim için her çeşit yüce Sultanlık ödüllerimden layık olduğun şekilde istifade etmeniz dileğiyle…” Bkz. Mehmed Emin Zeki Bey: Kürtler ve Kürdistan Tarihi; İki cilt birarada, Nubihar yay. İst. 2010, s. 169).
Fermanın bundan sonraki bölümünde; Kürdistan bölgesini iyi tanıyan bir yetkili olarak çok güvendiği İdris-i Bidlisî’ye, kendisinin bilgisi doğrultusunda doldurabileceği ve bunları atalarından bugüne kadar evlatlarına miras olarak gelen Kürt komutan ve hükümdarlardan istediğine dağıtılmak üzere altı imzalı çok sayıda “boş ferman” gönderiyordu.
Gerek Yavuz Selim gerekse oğlu Kanuni Süleyman’ın Kürt mirleriyle yaptığı anlaşmayla öngörülen muhtar (özerk) statü hemen tüm çalışmalarda yer alır.
Bu anlaşmalarda;
1- Kürt eyaletlerinin bağımsızlığı ve özgürlüğünün korunması,
2- Eyaletin idareciden boşalması durumunda oğluna geçmesi ya da eski yerel geleneklere göre kararlaştırılması ve Sultanın bunu onaylaması,
3- Kürtlerin bütün savaşlarda Osmanlı’ya yardım etmesi,
4- Dış saldırılar karşısında Osmanlı’nın Kürtlere yardım etmesi,
5- Kürtlerin zekat ve diğer dini vergilerini Halife-Padişah’ın yönetiminde bulunan maliyeye ödemesi,
6- Bu anlaşmanın Sultan ile Kürt mirleri tarafından karşılıklı imza altına alınması öngörülüyordu (H. 920/ M. 1514).
Ancak, M. Emin Zeki Bey’in de dediği gibi; Osmanlı/ Türk yönetimi bu anlaşmayı imzaladıktan sonra taahhüdünü bozarak, yavaş yavaş bütün bölgeleri ele geçirmeye çalışıyordu. Oysa, Yavuz Selim’le Kürt mîrlikleri arasında yapılan bu anlaşmadan sonra, oğlu Kanuni Süleyman da, Kürt mirlikleriyle yapılan anlaşmayı onaylayan bir “Hükm-ü Şerif” çıkarmıştı:
“Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlar’a karşı cephe alarak olumlu ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmet eden Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin müracaat ve istirhamları gözönüne alınarak, her birinin ötedenberi ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, kullanım yetkilerine sahip oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün ürünleriyle, oğuldan oğula geçmek şartıyla kendilerine mülk olarak verilmiş ve bağışlanmıştır.”
İdris-i Bidlisî’nin çağdaşı, hemşehrisi ve bürokrat arkadaşı; alt dilde şiir yazıp söyleyen Şükrî-i Kürdistanî, bir gazelinde “Türk ilen Türk ü Kürd ilen Kürdem/ Evde koyun u yabanda bir kurdam” dese de; sonraki gelişmeler ve 1639’da Kürdistan’ın iki devlet arasında Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla resmen ikiye bölünmesi, yurtsever Kürt şairi Ehmedê Xanî’yi daha 17. yüzyılda isyan ettirmeye yetiyordu. İşte, “Kürtler’de milliyet ve istiklâl fikrinin ilk mübeşşiri” olarak kabul edilen filozof- şairimizin 20. yüzyılda bile sansürlenen sözleri: “Felaketimiz kemâle erdi/ Acaba bu felaketin bitmesi mümkün müdür?/ Bu fırsatta talih bize yıldız gibi görünsün/ Talih bize yar olsun ki, bir defa uykudan uyanalım/ Kalemimizin kaderi bilinsin/ Derdimize ilaç bulunsun/ İlmimizin revacı olsun/ Eğer olsaydı bizde bir başkaldırıcı/ Böyle itibarsız ve bölünmüş kalmazdık/ Bu Rumlar ile Türkler bize hakim olmaktan elçekecekler/ Memleket Türk ve Acemler’e köle olmaktan kurtulacaktı” (Bkz. M. Bayrak: Kürt Sorunu ve Dem. Çöz, 1999, s.130).
ozgurpolitika.com.
BERNAMEGEH / bernamegeh@gmail.com