Karacaoğlan, yüzyıllar önce yaşamış bir saz şairi olmasaydı da 2000’li yılların namlı şairlerinden biri olsaydı, şiirleri en saygın dergilerde yayımlansaydı, neredeyse her hafta yurdun çeşitli yerlerinde düzenlenen edebiyat etkinliklerinde görkemli kalabalıklara seslenseydi, kitap fuarlarında saatlerce kitap imzalasaydı, en güçlü eleştirmenlerin kan damlayan kalemleriyle hakkında övgü dolu takriz ve tenkitler yazılsaydı hatta kitapları MEB tarafından basılıp şiirlerine ders kitaplarında yer verilseydi, onlarca fakülte ya da enstitüde hakkında onlarca mastır ve doktora tezi yazılsaydı ve bir gün biri çıkıp: “Yahu, şu adamın şiirlerinde ‘umumi ahlaka mugayir’ sözler var.” deseydi acaba tavrımız ne olurdu?
Sonsuza dek susar yahut kıtlıktan kelime kaçırırcasına Karacaoğlan’ı mütecaviz söylemlerinden ötürü kınar mıydık?
Sözgelimi günün birinde aklı, telefonunun ekranından menkul “Elif” diye biri çıkıp Karacaoğlan’ı afişe etse ve şunları kamuoyu ile paylaşsa ne derdik?
Elif: O gün sabahleyin yaylada süt sağıyordum. Ana yolda bir araba duruverdi, arabadan orta boylu, orta yaşlı şık giyimli nur yüzlü biri indi. Kahverengi çerçeveli gözlükleri vardı, yanıma geldi ve bana şöyle deyiverdi:
“Bir gece misafir eyle koynuna
Sabah oldu deyi kaldırma beni”
Fatma isimli biri hemen altına şunları yazsaydı:
Bizim köy çeşmesi epeyce uzaktır. Sabah erkenden su almaya gitmiştim. Bir adam, su içme bahanesiyle yanıma vardı ve adının Karacaoğlan olduğunu, meşhur bir şair olduğunu söyledi. Dilinden dökülen şu “ayıp” sözlerle tepem attı, bakracımdaki suyu üzerine boca ettim. Ne mi demişti?
“Ark altında su doldurur
Eteğini yel kaldırır.” (Cumbur, 2001:266).
Zeynep, bunun üzerine dayanamayıp şunları söyleseydi:
Fakülte son sınıftaydık, Karacaoğlan üzerine bitirme tezi hazırlıyordum, bir gün bir kafede onunla buluştuk, çok heyecanlıydım, yüreğimden yaşlı dedemin baston tıkırtıları geliyordu sözgelimi. Biraz konuştuktan sonra bana şöyle demesin mi? Nevrim döndü.
“Koynunda memen kirlenmiş
Emilmeyi emilmeyi” (Cumbur, 2001:286).
Emine de Zeynep’ten cesaret alıp
Bundan beş yıl öce bir kitap fuarında Karacaoğlan’a kitap imzalatıyorduk, yanımda teyze kızlarım da vardı. Karacaoğlan, bana adımı sordu ve kitabın ilk sayfasına şunları yazdı:
“Ak göğsünün arası zemzem pınarı
İçsem öldürürler içmesem öldüm” (Cumbur, 2001: 62).
Altına da telefon numarasını yazıvermişti.
Henüz benim için yazdıklarını hazmedemeden kuzenimin kitabına yazdıkları karşısında küçük dilimi yutuverecektim:
“Tomurcuk memesin ver(di) ağzıma
Yorgunsun sevgilim em de(di) bana” (Cumbur, 2001:173).
Emine,
Twiter’da başıboş bir kısrak gibi dolanırken kör gecenin lal karanlığında alt alta gördüğü bu satırlara şunları ekleseydi:
Edebiyat fakültesinden yeni mezun olmuştum. KPSS’yi bir türlü geçemeyince bir yayınevinde düzeltmen olarak çalışmaya başlamamın üzerinden henüz altı ay geçmişti ki yayınevi, Karacaoğlan ile bir sözleşme yaptı, bundan böyle kitaplarını biz yayımlayacaktık. Bir gün düzeltmeler sırasında masada bilgisayar ekranına iyice yaklaştı, saçlarım, neredeyse saçlarına değecekti. Bana dönüp şunları söyledi:
“Yaylanın karından beyazdır döşün
Uzanıp üstüne ölesim geldi” (Cumbur, 2001: 25).
Hörü ismimli bir başkası,
bu sözlerin altına şunları yazmış olsaydı:
Bizim birkaç apartımız var filanca yerde, bir gün Karacaoğlan geldi ve bir haftalığına apartlardan birini kiraladı. Ben, lise yıllarımdan beri Karacaoğlan’ın şiirlerine hayrandım onunla tanışmak için mini şortumla ve askılı bir üstle apartına gittim. Benimle biraz konuştuktan sonra gözlerime manalı manalı bakıp fısıldarcasına şunları söyledi:
“Bir gececik misafirim koynuna
Ne olursun sermayenden nen gider” (Cumbur, 2001:79).
Kendimi dışarı zor attım.
Ne derdik acaba bu iddialar karşısında?
Haydi varsayımlar dünyasından hakikatler arenasına dönelim.
Ne Karacaoğlan bu asrın şairi ne de şiirlerinde “laf attığı” o kızlar, o taze gelinler…
Üstelik o genç kızlar, çiçeği burnunda gelinler, Karacaoğlan’a “emmi” derken Karacaoğlan bu mütecaviz sözlerle onlara sataşıyor ya da sataştığını söylüyordu.
Yani Karacaoğlan, çapkınlığını cümle cihana şiir perisinin kanatlarında sunuyordu.
“Cinsilâtifin beyanı esastır.” ancak failin, fiili itirafı esasın da aslıdır.
Yukarıdaki mütecaviz dizeler,
Karacaoğlan’ın engin hayal dünyasının hedonist yansımaları da olabilir ancak söylem itibariyle “mütecaviz” olduğu aşikârdır.
Şimdi soralım bakalım:
Karacaoğlan’ın şiirlerinden alınan bu dizelere bakılırsa Karacaoğlan; mütecaviz bir şair midir, değil midir?
Mütecaviz bir şairse şiirleri, neden MEB ders kitaplarına alınıyor?
Eleştirmenler, Karacaoğlan övgülerinde kantarın topuzunu yıllarca bilinçli mi kaçırdı?
Bu sözler, köy hayatı içinde makul ve makbul de modern hayatın gerçekleri bağlamında mı taciz?
Ve asıl soru:
Sanatçı “bir hata” yapmışsa bu hatanın bedeli, eserlerinin burnundan fitil fitil getirilmeli midir?
Sanatçının “yediği haltın niteliği” sanatını ne oranda ve nereden başlayarak etkiler?
Suçtan öncesi temiz, suçtan sonrası kirli mi sayılmalı?
Kirlenen kendisi midir, sanatı mıdır?
Bir suçun ya da günahın çığlığını taşısalar bile harflerin, notaların, renklerin kabahati var mıdır?
Irmağın doğduğu yerden kilometlerce sonra birileri ırmağa “ölü fareler” atarsa o ırmağın kaynağı kirlenir mi?
Yoksa Nietzsche gibi mi düşünmeliyiz?
“Kirli bir ırmaktır insan.” deyip tüm insanlardan uzak mı durmalıyız?
Mikelanjelo, ünlü “Musa” heykelini tamamladıktan sonra bir suça bulaşsaydı “Musa” heykelinin başını mı koparmalıydık?
Dostoyevski, kumarbazın tekiydi diye “Suç ve Ceza” romanını yakmak ne kadar doğru?
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) baba katilidir, diye romanlarını meydanlarda serenomiyle yakalım mı?
Haydi hukukun diline kulak verelim:
“Failin, fiili sabitse cezası müstehaktır.”
Sanatın dili ne der, bilinmez ancak harflerin, notaların ve renklerin de günahı yoktur.
*Dicle Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Kürt Dili ve Kültürü Doktora Öğrencisi.