“İnsan ne emekle, ne de çalışmayla kendisini tam olarak gerçekleştirebilir. Bunu yapabileceği esas alan, ‘eylem’ dediği alan, yani insanın kendi kişiliğini ve kimliğini ortaya çıkarttığı, gerçekleştirdiği ve böylelikle özgür olabildiği tek alan.” Hannah ARENDT
Tahsin SEVER
1906 yılında Almanya’da doğan, Nazilerin ‘Yahudi Soykırımından’ kurtulmayı başarabilen Amerikalı siyaset bilimci Hannah Arendt, “kişinin kimliğine” sahip çıkmasını “özgür olabildiği tek alan” olarak tanımlar. Bir başka ünlü Amerikalı siyaset bilimcisi Stanford Üniversitesinden Prof. Dr. Francis Fukuyama, kendisiyle yapılan bir söyleşinde, ulusal kimlik oluşumunun farklı yollarının olduğunu söyler ve şöyle devam eder:
“Ulusal kimlik oluşumuna bakarsanız, bunun için farklı yollar olduğunu görürsünüz: Aşağıdan yukarıya milli bir dilin, şairlerin, müzisyenlerin, filmlerin, bir millet anlatısının ve insanların ortak referanslarının olduğu bir rota mevcuttur. Diğer yandan, hükümetlerin okullarda bir ulus inşası anlatısı yaratmak için eğitim sistemini kullandığı yukarıdan aşağıya bir rotamız daha var. Bu yüzden ulus olma konusundaki birçok çatışma, tarih üzerine bir çatışmadır.”
Fukuyama, milliyetçiliğin tarihsel gelişiminde iki farklı rotaya işaret eder. Birincisi, aşağıdan yukarıya doğru doğal mecrasında gelişen, ait olduğu toplumun milli değerlerini (dil, müzik, edebiyat v.s.) yansıtan ve insanların “ortak referansları” olan rotadır. Bu rota doğal olduğu kadar, humanist bir karakter taşır, dışlayıcı ve hegemonik özellikler taşımaz. Bir başka rota vardır ki yukarıdan aşağıya inşa ile gerçekleştirilen, dayatmacı ve çatışmacı bir karakter taşır. Bu nedenle çatışma, “ulus olma” konusunda iki farklı anlayıştan kaynaklanır ve tarihsel bir arka planı vardır. Yazımızın birinci bölümünde Türk milliyetçiliğinin hâkim kılınmasında, yukarıdan aşağıya otoriter bir anlayışla ‘ulus’ inşasından söz etmiş, İslamiyet’in, “Türkçülüğün” hizmetinde nasıl araçsallaştırıldığına işaret etmiştik. Hiç şüphe yoktur ki milliyetçiliğin yukarıda bahsettiğimiz iki farklı rotasının en iyi örnekleri arasında Kürt ve Türk milliyetçilikleri sayılabilir.
Kürt milliyetçiliğinin tarihsel gelişim sürecine baktığımızda, üzerinde sürekli mühendislik çalışması yapılan bir başka milliyetçilik alanı yoktur. Farslar, ‘Kürtler zaten bizim bir parçamızınız’ derler. Araplar ise ‘Siz Ekrad’sınız(Kürt), yapmanız gereken bize hizmet etmektir.’ Türklere gelince, bir tabir vardır ya ‘Yiğidi öldür ama hakkını yeme’ misali hiç kimse Türklerin eline su dökemez. Türkler kadar (sağcısıyla, solcusuyla, dindarıyla, demokratıyla vb.) Kürtlere kafa yoran, mühendislik faaliyeti yürüten, sayısız proje geliştiren bir başka kavim yoktur. Kurulan sayısız laboratuvarlarda Kürtlerin genetikleriyle oynarken, Türk milliyetçiliği düşüncesini popüler kavramlar(İslam kardeşliği, halkların kardeşliği) üzerinden her defasında yeniden üretmeyi becerdiler. Kürt tarihini, Türk devletinin şablonlarından öğrendik, benimsedik ve sorgulama gereği duymadık. Geçmişte yaşananların sebeplerini ortaya döküp bunlarla yüzleşerek dersler çıkarmadık. Sonuçlar üzerinden cepheleşip, suni fay hatları üretmeye hayli iyi becerdik. Bütün bunlar Amerikalı siyahi George Floyd’un polis tarafından öldürülürken haykırdığı ‘nefes alamıyorum’ sözünü hatırlattı. Mevcut milliyetçilik anlayışımızla, tarihe bakışımızla ve siyasal duruşumuzla ‘nefes alamaz’ hale geldik.
Kürt kültürü, Türk, Fars ve Arapların dayatmalarına, yasaklarına rağmen Ehmedê Xanî’nin şiirlerinde, Melayê Cizîrî’nin divanında, Kürt dengbejlerin klamlarında, kısacası dilinde, kültüründe milli hisslerini koruyarak bugüne kadar gelebilmiştir. Bu husus H. Arendt dediği gibi kendini sahiplenme, kişiliğini ortaya çıkarma, bin bir emekle özgürlüğe olan tutkusundan kaynaklanır; ancak uzun süre yabancı güçlerin yönetiminde kalmanın yarattığı bağımlılık ilişkileri ve bağımlılık ilişkilerinin Kürdistan toplumunda yarattığı tahribatlar, Kürt milli hissiyatını gelişmesini engellemekle kalmamış, Kürt kimliğinde kırılmalara yol açmıştır. Bu husus madalyonun diğer yüzüdür.
Kürt milliyetçiliğinin tarihsel gelişiminin miladı genellikle Ehmedê Xanî’ye dek götürülür. M.R. İzady’ye göre Xanî, “Kürtlerin ulusal özlemlerini idealize eden…” isimdir. Ehmedê Xanî’nin yaşadığı dönem, Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Kürtlerin yaşadığı toprakların Osmanlı ve İran imparatorlukları tarafından paylaşıldığı dönemin hemen sonrasına tekabül eder. Xanî’nin şiirlerindeki isyan, Kürt coğrafyasının parçalanmasına yönelik bir isyandır. Kürtlerin, beylikler halinde bölünmüş olmaları ve ortak bir payda etrafında bir araya gelmemelerinin yarattığı sonuca yönelik bir isyandır. Xanî’ye göre istila altında olmalarının başlıca sebebi, Kürtlerin kendi birliklerini sağlayamamalarıdır. Xanî’nin tavrı mevcut geleneksel yapıya bir tepkiyi ifade eder. Ama bu tepki toplumsal örgütlenmenin bütününe karşı değil, Kürt aristokrasisinin iktidar ilişkilerine yöneliktir. Yani toplumsal örgütlenme modeline ilişkin bir itirazı yoktur, daha çok bir siyasetçi tarzı ile Kürt egemen güçlerinin parçalanmışlığının merkezi bir devlet oluşturma önünde engel oluşturduğunu, bundan dolayı da Fars ve Osmanlı imparatorluklarının boyunduruğuna girdiklerini söyler. Bu yanıyla ele alındığını Xani’nin tavrı çok kıymetlidir ve bir miladı ifade eder; ancak Kürtlerdeki sosyolojik realite sadece iktidar ilişkilerine olan itiraz ile değişmeyecektir.
Konunun daha anlaşılır kılmak için bir karşılaştırma bize yardımcı olacaktır. Ehmedê Xanî’den yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce Avrupa’da yaşayan ve siyaset dünyasında adı sıkça ifade edilen Makyavelli’den örnek vererek ve her ikisini karşılaştırarak belli sonuçlar çıkarmaya çalışalım.
Makyavelli Avrupa’nın dört büyük ve merkezi imparatorluk tarafından paylaşıldığı, İtalya’nın ise şehir devletleri arasında çatışma ve savaşlardan dolayı paramparça olduğu bir siyasal iklimde Floransa’da doğar. Soylu bir ailenin çocuğudur ve Floransa şehir devletinin hem dış işleri hem de iç işleri memuriyetlerinde hem de askeri konularda önemli görevler almıştır. Siyasal yaşamı boyunca İtalya’nın parçalanmışlığının olumsuz sonuçlarını ruhunun derinliklerinde hisseder. ‘Prens’ adlı eserinde bir siyasetçinin nasıl olması gerektiği konusunda tezler ileri sürer. Siyasal kriz, çatışma veya denge eksikliğinin hasıl olduğu koşullarda (fırtınalı dönemlerde) hangi davranış ve eylem biçimleriyle hareket edilmesi konularına eğilir. Siyaset teorisi ve felsesinde ilk kez çok yalın olarak ne yapılmalı ile değil nasıl yapılmalı sorunsalına eğilir. Siyaset biliminde kabul görmesinin nedenlerinin başında bu tavrı gelir. Makyavelli, sadece parçalanmaya isyan etmez aynı zamanda birliğe giden yolun, güç olmaktan geçtiğin işaret eder ve güç olmanın (devletleşmenin) yol ve yöntemleri üzerinde kafa yorar ve önerini bir bir sıralar. (Makyavelli’nin Prens’te yaptığı öneriler ‘acımasız’, ‘ahlaksız’, ‘vahşice’ ya da düpedüz kötüdür. )
Görüldüğü üzere, hem Makyavelli’nin hem de Ehmedê Xanî’nin ortak yönleri, kendi ülkelerinin siyasal parçanmışlığından ötürü içine düştükleri kötü duruma ilişkin yüksek sesle dile getirdikleri itirazlarıdır. İkisi de ülkelerinin öbür güçlerce işgaline itiraz ederler. Her ikisi de resmi dillere itiraz ederek (Latince-Arapça) dışında kendi dillerinde eserler vermişlerdir. Aralarında yüzyıldan fazla bir zaman olmasına karşın ikisi de bizim bugün anladığımız ve bildiğimiz anlamda milliyetçiliğin henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde yaşadılar. Hatta şu iddia edilebilir: Yaşadıkları dönem itibariyle ileri sürdükleri görüşleriyle bir ayağı modernizemde ve diğer ayağı ise geleneksel yapıda olan iki önemli şahsiyettirler. Her iki şahsiyet arasındaki temel fark ise Makyavelli’nin ülkesinin mevcut durumdan çıkışı, dile getirdiği önerinin zaman içinde uygulanmasıdır. Makyavelli’ye göre devletleşmeye giden yol güç devşirmekten geçmektedir.
BEYLİKLERİN (AŞİRETLERİN) BİRLİĞİ İLE DEVLETLEŞMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
Aşiret yapılanması Kürtlerde uzun zaman içinde yer edinmiş sosyolojik bir realitedir. Kürtlerin tarihsel süreç içinde yaşadıkları olaylar, olayların akabinde gelişen ilişkiler aşiret sistemini güçlendirmiştir. Tarihsel olayların en önemlisi Kürdistan coğrafyasının çok yoğun biçimde istilalara maruz kalması gelir. Sayın Hasan Yıldız’ın deyimiyle ” Kürdistan, tarihin gördüğü en büyük ve en güçlü devletlerin bir çarpışma alanı haline gelmiştir. Tarihi ipek ve baharat yolunun buradan geçmesi, bölgeninin denetlenmesini de ayrıca zorunlu kılıyordu. Kürdistan’ın dağlık bir ülke oluşu ise bu denetimi zorlaştırıyordu. Böylece ülke sürekli büyük devletlerin çarpışma alanı durumuna getirilirken, ülke halkı da bu savaşlardan etkilenerek şekil alıyordu.”
Yüzyıllar boyunca Mezopotamya ve dolaysıyla Kürdistan büyük devletlerin hesaplaşma alanı olagelmiştir. Büyük İskerder’den Hülagü’ya, Greklerden Moğollara, Romalılardan Araplara kadar herkes bu kadim coğrafyada boy göstermiştir. Hem doğudan hem de batıdan gelen istilacıların ardı arkası kesilmemiştir. Ardı arkası kesilmeyen istilalar karşısında, son derece dağlık, engebelli bir arazi yapısında yaşayan kitlelerin daha küçük toplumsal örgütlenmeler yaratarak veya var olanları daha da güçlendirerek, hayatta kalmaya çalışmaları olağan bir süreçtir. Dış tehditler o kadar yoğundur ki aşiret kimliği, varlığını korumanın ve hayata kalmanın yegâne öğesi haline gelmiştir. Aşiret olgusunun uzun süreli devamını sağlayan etkenlerden bir tanesi bu istila hareketleridir. Yani her istila vukuu bulduğunda, her aşiretin kendisini savunmaya en uygun vadiye sığınması, düzlük alanlardan dağlık sahaya doğru çekilmeleri kısmen de olsa hayatta kalma şanslarını arttırmıştır. Kanımca, “Kürtlerin dostu dağlardır.” deyimi o günlerden kalma bir tabirdir ve istila hareketleri Kürtler’de aşiret yapısının güçlenmesinde önemli bir role sahiptir. Bu husus Kürtlerin toplumsal ve siyasal şekillenmesinde kalıcı etkiler bırakacaktır; ancak yıllar içinde meydana gelen sonuçları açıklamaya yetmeyecektir. Kürtlerdeki siyasal ve toplumsal biçimlenmenin sebeplerini birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Kürdistan’ı kasıp kavuran istila hareketleri, Kürtlerin İslamiyet’le tanışmaları, Türklerin Anadolu topraklarına girişleri, Kürdistan’ın Osmanlı –İran ( Sefavi) devletleri arasında bölüşülmesi ve Lozan Anlaşması ve sonrası gelişmeler Kürt toplumunda derin siyasal ve toplumsal izler bırakmıştır.
İslamiyet’in ortaya çıktığı Arap yarımadasında, Arapların kabileler halinde yaşadıkları, son derece parçalı, kavgalı ve farklı inanç gruplarını yaşadığı bir yapıya sahiptir. Çok başlı ve kaotik zeminde merkezi bir gücün yaratılması sadece “ikna” veya “imanla” olanaklı değildir. Tam da Makyavelli işaret ettiği gibi “gücün inşası” gerektirir. Ve devamında Makyavelli, “Bütün silahlı peygamberlerin galip gelmeleri, silahsızların ise yıkıma uğramaları bundandır.” İslam inancının güce dayalı örgütlenmesi kısa zamanda merkezi bir otoritenin inşasına imkân sağlamıştır. Bu sebeple İslamiyet’in yayılma döneminin çok sancılı, kanlı ve trajedik olaylara sahne olduğu bilinen bir husustur. İslam devletinin yayılması aynı zamanda Arap kültürünün yayılmasını beraberinde getirir. Gerek Ortaçağ Avrupa’sının kültürel kimliği ve gerekse İslam dünyasının kültürel kimliği dinin ilan ettiği resmi dilin dışında konuşulan diğer diller ulusal kültürün ayrıt edici öğesi sayılmıyordu. Söz konusu dinlerin özdeşleştikleri diller, mesela Avrupa’da Latince ve Yunanca, İslam dünyasında ise Arapça ve Farsça idi. İslam ordularının ele geçirdikleri bölgelerde, Arapça etkin olarak kullanılırken; yerel halkların dillerine, kültürel kaynaklarına ciddi kısıtlamalar getirildiği bilinmektedir. Kürt tarihi konusunda araştırmalar yapan Bahoz Şavata, Kürtlerin Tarihi-II cildinde, dönemin Arap yarım adasını ve İslamiyet’in doğuşunu şöyle anlatır:
“Araplar, Ortadoğu’da devamlı birbirleriyle savaşan siyasi birlikteliklerini sağlayamamış kabileler şeklinde yaşıyorlardı. 7. yüzyılın ortalarında Araplar siyasi birlikteliklerini sağlayarak Arabistan çöllerinde İslam Devleti’ni kurdular. İslam Devleti, Ortadoğu’da tam hâkimiyet kurduktan sonra Kuzey Mezopotamya’da Medya topraklarına girerek, o bölgede yüzyıllarca devam eden Bizans- Sasani mücadelesine son verdi. İslam Devleti’nin 7. yüzyılın başında Bizans ve Sasanileri yenmesi, bu iki devletin karşılıklı şiddetli savaşlar sonucunda yorgun düşmelerinin bir sonucudur.”
İslam’la yeni bir dini inancın doğuşu, gelişmesi, güce döneşmesi ile İslam Devleti kurulmuş, bunun akabinde Arapların birliği sağlanmıştır. Dikkat çeken nokta Bedir, Uhud, Hendek gibi iç savaşlarla başlayan ve yine bir dizi iç mücadelenin sonucunda İslami Hareket devlete dönüşerek, Arapların birliğini sağlayabilmesidir. İslam’ın yayılması döneminde Arap yarım adasında meydana gelen savaşların tamamı Araplar arasında yaşandığına belirtmeye bile gerek yoktur. Bir süre sonra İslam ordularının fetih seferleri sonucunda Bizans ve Sasani devletleri ya geri çekilmiş ya yenilmiş, bu sayede Araplar Mezopotamya ve Zagros bölgesine hâkim olmuşlardır. Artık kendisini Aryan toplulukları olarak adlandıranlar arasında da İslam’ın yayılmasıyla beraber mezhebi konumlanmalar, etnik kimliklerin dini kimliklerle bütünleştirilerek yeni bir örgütlenme dönemi başlayacaktır. İslam’la devletleşen Araplar karşısında, İslam’ı kabul etmekle beraber ağırlıkla Şia mezhebi etrafında örgütlenen Farslar tarih sahnesine çıktılar. Kürtler ise İslamiyeti kabul ettikten sonra İslamı yaymayı, fedakârca korumayı (Eyyubi Devleti ve Mervani Kürt Devleti) önlerine koyarak, İslam’ın en “sadık” uluslarından biri oldular. Kimi yorumculara göre Hristiyan ordularının, Selahaddin Eyyubi tarafından yenilgiye uğratılması, Avrupalıların Kürtlere karşı ön yargılı olmalarının bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan ideal ‘evrensel’ İslam devleti olan Eyyubiler, kültürel anlamda genel gidişatı değiştirmemiş, Mısır’daki Şii Fatimi hâkimiyetine son vererek Suni İslam’a alan açmıştır. İslam’la büyüyen Arap kültür sahasına, Şia mezhebi ile kendisini korumaya alan Fars hâkimiyetinden sonra, Suni İslam temelleriyle güçlü bir imparatorluğa dönüşüp Avrupa’ya kadar yayılan Osmanlılar güçlü bir aktör olarak denkleme katılmıştır. Bir başka anlatımla milletlerin tarihselleşmesinde, tarihsel bir özne olarak; millet, ırk, kültür mefhumunun yanında din de önemli bir faktör olarak kullanılmaktadır. Peterson ve Walhof, “ulus müteahhitlerinin, dinleri ayırıcı veya heterodoks öğelerden mahrum bırakarak, milliyetçilik için yeni politik cemaatleri tanımlayan ritüel ve idealleri tektipleştirici şablonlar yarattığını” vurgu yaparlar. Çerçevesini çizmeye çalıştığımız gidişattan nasiplenmeyen halkların başında Kürtler gelir. Gelişmelere kısaca bakalım.
Abbasilerden sonra gerileyen Arap hâkimiyetinin yerini Safevi(İran) ve Osmanlı devletleri dolduracaktır. Safevilerin batı sınırı ile Osmanlıların doğu sınırında Kürtler yaşamaktadır. Her iki devlet için de Kürtleri elde tutmak oldukça önemlidir. Zira sadece şiddet metodu Kürtleri elde tutmak için yeterli değildir. Merkezi otoriteye bağlı, bölünmüş yerel güçler olarak yer almaları alan hâkimiyetlerini sağlamada her iki güce büyük avantaj sağlayacaktır. Sefavilerde idari sistem Şah’a, Osmanlılarda Sultan’a bağlı beylerbeyi, beylerbeyine bağlı beyler, beylere bağlı aynı zamanda beyleri kontrol eden aşiretler silsilesine dayalı bir idari sistem şeklindedir. Yavuz Sultan Selim 1514 Çaldıran’da “siyasi ve mezhebi düşmanı” gördüğü, “Rafızî” diye hitap ettiği Şah İsmail’i yenerek Kürdistan’da büyük oranda hâkimiyet sağlar. Bu başarıyla, Sefavileri Anadolu’daki Alevi-Şii kitlelerden uzak tutularak dâhili güvenlik tesis edilir. Ardından Yavuz Sultan Selim’in Mısıra yönelik sefer planları da hızlanır. Bilindiği gibi bir süre sonra Memluk Sultanlığı’na yapılan sefer başarıyla sonuçlanacak ve İslam halifesi unvanı Osmanlı soyuna geçecektir. Bu sayede Osmanlılar İslam dünyasının lideri haline gelecektir.
Osmanlılar 1520’de Kürdistan’daki idari sistemi yeniden düzenler. Yavuz Selim’in İdris-i Bitlisi üzerinde Kürtlerle girdiği ilişkiler, yaptığı anlaşmalar, sadece zora dayalı değildir; Kürtlerin “rızasını” alarak hiyerarşik, bir birini denetleyen, bölgenin hassasiyetlerini dikkate alan, iç işlerinde özgür bir mekanizma inşa edilir. Söz konusu mekanizma, Makyavelli’inin ” güçlenmelerini engelleyerek zayıfların korunması ve güçlü olduğu tespit edilenlerin güçlerinin bölünmesi.” fikrine dayanır. Osmanlı’ya hareket kabiliyeti sağlayan alanlardan biri de şüphesiz Kürdistan eyaletidir. Zira merkezden uzak son derece sarp ve dağlık bir bölgede yer alan sosyal ve sosyal –siyasal kültürü farklı etnik bir grubu denetim altına almak zor gözüküyordu. Bundan hareketle Diyarbekir’in çevresinde dağınık şekilde yerleşmiş Kürt beyleri ve aşiretleri Osmanlı sistemine dâhil etmek gerekiyordu. Bir örnek vermek gerekirse Diyarbekir eyaletinin merkezinde bir beylerbeyi (beylerbeyi merkezden atanır), bunun etrafında üç farklı sisteme göre düzenlenmiş olan hükümetler ve sancaklar yer alır. Başlangıçtan Osmanlılar tarafından nişane olarak dağıtılan 17 bayrak ve 500 değerli hediye, Sultan’a sadakati artırırken, Kürt aşiretleri arasındaki rekabeti artıracaktır, bölünmeyi derinleştirecektir. 1514’te Yavuz Sultan Selim’in İdrisi-i Bitlisi aracılığı ile Kürt beyleriyle yaptığı anlaşmanın; Diyarbekir beylerbeyinin ‘Kürt beylerinin kendi aralarında anlaşamadıkları için’ merkezden atanması söylemi bir köylü efsanesidir. Zira Osmanlı idari sistemi incelendiğinde hiçbir şekilde bunun mümkün olmadığını, kilit noktaların merkezden atandığı gayet açıktır.
Tıpkı Osmanlılar da olduğu gibi Safevilerin Kürt egemenlerle ilişkisi de çok farklı değildir. Şah’a bağlı hanlıklardan, beylerbeylerinden ve naiplerden seçilen dört adet valilik bulunmaktadır. Şah’ın naipleri sırasıyla şunlardır: Arabistan valisi, Gürcistan valisi, Luristan valisi ve Kürdistan valisi. Naipler Şah’ın yokluğunda hanlık tahsis etmek ve han tayin etmek gibi yetkilere sahiptirler. Aralarındaki mezhebi farklılığa rağmen, Sefavilerin Kürtlerle olan ilişkileri; idari sistemin işleyişi bakımından Osmanlılardan bir adım ileridir.
Büyük güçlerin Kürtlerle olan ilişkilerinin daha iyi analiz edilebilmesi için, uzun süre Kürtlerle ilişkileri olan Rusya’nın Kürtlere dair analizlerine kısaca bakmakta yarar vardır. Osmanlı Devleti’nin ezeli rakibi, zaman zaman Kürdistan’ın içlerine kadar askeri seferler düzenleyen Rusya’nın Kürtlere yaklaşımı; 19. yy’da Osmanlı-Rus savaşlarında görev alan Yüzbaşı P.İ.Averyanov’un Kafkasya Ordusu Başkomutanlığı’na gönderdiği raporlardan okuyalım:
” İlk aşamada Hamidiye Kürtlerine karşı bizim silahımızı kullanmamız gerekir; savaşın hemen başında Kürtlere karşı bizim eylemlerimiz çok enerjik ve çok hızlı olmalıdır; itaatsiz olanların ne canını ne malını bağışlayacaksınız; ancak bize karşı silaha sarılmayanlara gerçekten vaatte de bulunacaksınız, bunların can güvenliklerini de sağlayacaksınız. Kısaca Kürtlerde bizim topraklarımıza girme umudunu daha savaşın başında ortadan kaldırmak ve onlara iki seçenek bıraktığımızı göstermek gerekir: Ya mutlak itaat ya da tam yok olma anlamına gelen bir felaket; bu koşullar altında, ayrıca Kürtlerde yurtseverlik duygusu mevcut olmadığından, onların çoğu maddi ve şahsi çıkarlarıyla örtüşen birinci seçeneğe yöneleceklerdir.”
Osmanlı-İran denklemine sonradan katılan Rusya’nın Kürtlerle ilişki kurma metotları, Osmanlı ve İran’ın ilişki biçiminden farklı değildir. Kürdistan üzerindeki hesaplarını sadece zor kullanarak yaptıkları gibi bazen tıpkı Osmanlı’nın 1514’te yaptığı gibi hukuki bir zemine oturtmaya da çalıştılar. Hepsini ortak amacı, aşiret sisteminin çelişkilerinden faydalanarak Kürtlerde bölünmeyi kalıcılaştırmak, Kürtlerdeki bölünmüşlük üzerine bir siyasal sistem inşa etmektir. Kürt kimliği yerine aşiret kimliğini öne çıkarmayı, aşiret reisine bağlılığı esas almayı ve sadece aşiretin yaşadığı coğrafyayı yurt olarak görmelerini teşvik ettiler. Aynı zamanda beyler- aşiretler arasındaki çelişki ve çatışmaları diri tutmayı; aşiretler arası güç dengesinin bozulmamasına dikkat etmeyi, bir biriyle çatışmalarına müdahil olmamayı da iç işlerine karışmamak olarak lanse ettiler. Budan hareketle gerek istila hareketleri ve gerekse Kürdistan’da uzun süre egemenlik kurmuş devletlerin politik tutumları nedeniyle, aşiret yapılanması üzerinden Kürtlerin birliğini oluşturmak bir yana, Kürdistan’da vukuu bulan milli karakterli hareketlerin genişlemesine ket vurmuştur. Bunun en bariz örnekleri 1880-82 vukuu bulan Şeyh Ubeydullah ve 1907’de başlayan Şeyh Abdulselam Barzani hareketleridir.
Kürt milliyetçiliğinin bir olgu olarak karşımıza çıkması 1800’li yılların ortalarıdır. Heci Qadire Koyi (1817-1897), geleneksel ve dini sınıfları eleştirerek, milletin birliğini ön plana çıkaran bir anlayışı tartışmaya başlamıştır. Ehmede Xani’de farklı olarak “beylerin birliğini” önermez. Koyi, tam tersine bireylerin Kürt kimliği etrafında birleşmesini teşvik eder. Bundan hareketle İzady, “Avrupa türü etnik milliyetçilik bu dönemde ilk defa Heci Qadire Koyi’nin eserlerinde sahneye çıktı. Ortadoğu’nun temel eğitim dili haline getirilen Fransızca’nın aksine, Kürt diliyle laik bir eğitim yapacak, tam bağımsız bir Pan-Kürt devleti kurulması çağrısında bulundu. Bu fikirler, birçok eğitimli Kürt için bile o dönemde tuhaf düşünceler gibi görünüyordu. Ancak Koyi yanlızca bir ilkti ve 20. yy’ın başına gelindiğinde onun gibi düşünen çok sayıda kişi ortaya çıkacaktı.” Devam edecek… İstanbul Merkezli Kürt Milliyetçiliği. 24.07.2022
Bernamegeh Türkçe