“Bir iki aydan beri her gün bir gazetede jübile yadigârı olarak falan vali şunu yaptı, falan mutasarrıf şunu etti, Abdülhamit de İstanbul’da bir Darûl-fûnun tesis etti. Abdülhamit’in yirmi beşinci yıldönümü şerefine şenlikler tertip ediliyor. Kur’anlar okunacak, ondan sonra da biralar, şaraplar içilecek, çalgılar çalınacak, danslar edilecek. Velhasıl İslamiyet şerefine, insaniyet namına yakışmayacak rezaletler…”
Seîd Veroj
Mehmet Salih Bedirhan, Mahmut İzzet Bey’in oğlu ve Salih Bey’in torunudur. Dedesi Salih Bey, Mir Bedirhan’ın ağabeyi Abdullah’ın oğludur. Anası Leyla Hanım da Bedirhan Bey’in torunudur. Mehmet Salih Bey, Rewşen Hanım’ın babası ve halen aramızda olan Sinemxan Celadet Bedirxan’ın da dedesidir.
Defter-i Â’malım adlı günlüğünde, Rumi takvime göre 1290’da (1874) Lazkiye’de doğduğunu belirtir. O dönemde babası Sahayun nahiyesinde reji müdürü idi. Babası, Osman ve Hüseyin Kenan Bey’lerin Kürdistan’a gidip bir hareket başlatmaları vesilesiyle görevden alındığı için, 40 günlük iken Şam’a gelirler ve kendisi beş yaşında iken annesi vefat eder. Annesinin vefatından sonra İstanbul’da bulunan ninesi Ruşen Hanım yanlarına gelir.1 Bir müddet sonra Aydın’da Muttassarıf olan Necip Paşa’nın yanına ve oradan da Limni adasında bulunan teyzesinin yanına giderler ve orada yaklaşık iki sene kalır. İlköğrenimine burada başlar. Daha sonra İstanbul’a giderler. Burada Beşiktaş Rüştiyesi’ne devam eder ve İstanbul’da yaklaşık bir sene okuduktan sonra tekrar Şama dönerler. Şam’a vardıktan birkaç gün sonra en meşhur rüştiye derecesinde olan “Çıkmakiye Mektebine”2 kaydedilir. Dördüncü seneyi Çikmakiye’de okuduktan sonra, Rüştiye-yi Askeriye’ye kayıt olur ve Rüştiye’den 10 Şaban 1303 [14 Mayıs 1886]’da şehadetnamesini alır. Aynı sene Şam İdadi Askerisine kayıt yapar.3 Burada bir sene okur ve o öğretim yılında sınıfta kalır. Ninesi onu Kudüs’te bulunan halasının yanına gönderir. Kudüs’te Alliance Mektebi’ne kaydedilir, okulda dersler Fransızca işlendiği için, burada Fransızcasını önemli derecede geliştirir. Kudüs’te yaklaşık altı ay kaldıktan sonra babasının isteği üzerine tekrar Şam’a döner ve böylece okuma işi yarım kalır. Bundan sonra istemediği halde ticaretle uğraşmaya başlar. Sene 1308’de [1892] dayısı Bedri Paşa’nın kızı Samiye Hanımla evlenir ve bir sene sonra Latife adında bir kızları olur.
1889 senesinin haziran ayı başlarında, İttihad-ı Osmani Cemiyeti adıyla kurulan ve daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adını alan örgütün iki kurucusu Abdullah Cevdet ve İshak Sükûti, Kürt idi. Bu örgüt, Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı sıkı bir muhalefet yaptığı için, başta Baban ve Bedirhanilerin bazı tanınan simaları olmak üzere, dönemin istibdat karşıtı Kürt ulema ve aydınlarından da önemli bir destek alıyordu. Daha sonraları İttihat ve Terakki’nin Türkçülük eğilimleri ağır basınca, Kürtler peyderpey bu örgütten uzaklaştılar; ancak bir muhalif örgüt olduğu için zaman zaman Kürdler bu örgütle dayanışma ve eylem birliği yoluna gitmişler. İttihatçıların Kurdistan gazetesinin basımı için verdikleri teknik ve baskı desteği de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Kurdistan gazetesi yayında olduğu dönemde Bedirhanilerin çıkarttığı ikinci gazete, “UMMID” gazetesidir. UMMID gazetesi, Mısır’da yayın faaliyetine başlamış ve on beş günde bir yayımlanmıştır. Ummid gazetesinin künye kısmında, “sahibi ve yazarı” olarak “Bedirhanpaşazade Mehmed Salih” adı yazılmıştır. Gazetenin künye kısmında on beş günde bir yayımlanacağı belirtilmiş; ancak toplam olarak kaç sayı yayımlandığını bilmiyoruz. Elimizde gazetenin sadece ikinci sayısı mevcuttur. Üzerinde yayım tarihi olarak Pazar 6 Cemaziyel-Evvel 1318 yazılmış. Bu da miladi takvime göre 1 Eylül 1900 tarihine tekabül eder. Eğer belirtilen periyotta bir gecikme yoksa, gazete on beş günde bir yayımlandığına göre, birinci sayısının 15 Ağustos 1900 yılında yayımlanmış olması gerekir.
Ummid gazetesinin Kurdistan gazetesiyle bir ilişkisinin olup olmadığı, varsa ne tür bir ilişki olduğunu bilemiyoruz. Ancak, içeriğine baktığımızda işlenen konular bağlamında bir paralellik vardır. Ummid gazetesinin ikinci sayısının yayım tarihi olan “1 Eylül 1900”, Kurdistan gazetesinin 24. sayısının Londra’da yayımlanmasıyla aynı güne denk geliyor. Gazetenin künye kısmındaki “Ummid” yazısının üst kısmında bulunan mason ambleminden (pergel ve gönye) öyle anlaşılmaktadır ki M. Salih Bedirhan; istibdat muhalifleri, İttihatçılarla ve onların içerisinde bulunan Masonlarla da ilişki içerisindeydi.
Gazetenin, elimizde, sadece ikinci sayısı mevcut ve bu sayısının bütün yazıları Osmanlıca kaleme alınmış; ancak “Arapça makaleleri de kabul edip” yayımlayacakları belirtilmiştir. Gazetenin ikinci sayısında toplam beş yazı yayımlanmış ve bunların altında Ebu’l Berekat adıyla sadece bir imza vardır. Ebu’l Berekat imzası, büyük ihtimalle Mehmed Salih Bedirhan’ın mahlas adıdır. M. Salih Bedirhan’ın ne zaman Mısır’a gittiğini bilmiyoruz; ancak Kurdistan gazetesinin de Mısır’da yayına başlaması, buranın istibdat karşıtlarının ve bu arada Kürtlerin de yerleştiği önemli muhalefet merkezi olduğunu göstermektedir.
Ummid gazetesi, istibdat yönetimine karşı halkçı bir çizgide yayın yapmış ve bu duruşunu şöyle dile getirmiş: “Ummid gazetesi, memleket ve millet hizmetindedir. Milletin dertlerini dillendirmeye hizmet eden siyasi gazetedir.” Elimizdeki ikinci sayısının kapak yazısında ve iç yazılarından öyle anlaşılıyor ki o da Kurdistan gazetesi gibi, Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı mücadeleyi sürdüreceğini belirtmiş, ona muhalefet etmeyi “faziletli bir cihat” olarak tanımlamış ve bunu daha vurgulu bir şekilde öne çıkartmıştır. Öyle ki gazetenin künye kısmının en üstünde motto şeklinde şöyle yazılmıştır: “Cihadın en faziletlisi; zalim Sultana karşı söylenen doğru ve hak sözlerdir.”4
Gazetenin ikinci sayısının birinci sayfasında yer alan, “Jubileye Yadigâr Yahut Utanmayan Kimdir?”5 ve dördüncü sayfada Ebu’l Berekat imzasıyla “Hakkı Açıklama”6 başlığı altında yazılmış iki yazıda da Abdülhamit’in istibdat yönetimi şiddetli bir şekilde eleştirilmekte ve şöyle denilmektedir:
“Bir iki aydan beri her gün bir gazetede jübile yadigârı olarak falan vali şunu yaptı, falan mutasarrıf şunu etti, Abdülhamit de İstanbul’da bir Darûl-fûnun tesis etti. Abdülhamit’in yirmi beşinci yıldönümü şerefine şenlikler tertip ediliyor. Kur’anlar okunacak, ondan sonra da biralar, şaraplar içilecek, çalgılar çalınacak, danslar edilecek. Velhasıl İslamiyet şerefine, insaniyet namına yakışmayacak rezaletler…
Şimdi düşünecek olursak, kendimiz için, kocaları ölmüş dulların, babaları ölmüş yetimlerin, evlatları ölmüş bahtsız baba ve annelerin, biraderleri ölmüş kimsesiz bacıların acılı ağlamalarından, yürek parçalayan feryatlarından güzel bir sevinç vasıtasını bulabilecek miyiz? Ne bedbaht mahlukuz ki gözümüz önünde devran eden bu ciğer parçalayan durumlara karşı, sevincimizi göstermek ve bu olayların asıl sorumlusu olan bir gaddarın şerefine şenlikler tertip etmek alçaklığını, irtikap etmeye tenezzül ediyoruz.”7
Gazetenin ikinci sayısında, “Jubileye Yadigâr Yahut Utanmayan Kimdir?”,“Hadis-i Şerifler”, Hitab-ı Mur be-Süleyman [Karıncanın Hz. Süleyman’la Konuşması], “El-kavl-i Ahlak” ve “Hakkı Açıklama” olmak üzere toplam beş makale yayımlanmıştır. Gazetenin içeriğinin daha iyi anlaşılması amacıyla, sözkonusu makaleleri Osmanlıcadan Türkçeye çevirerek olduğu gibi yayınlıyoruz.
“Jubileye Yadigâr Yahut Utanmayan Kimdir?
Bir iki aydan beri her gün bir gazetede jübile yadigarı olarak falan vali şunu yaptı, falan mutasarrıf şunu etti, Abdülhamit de İstanbul’da bir Darûl-fûnun tesis etti. Şu oldu bu oldu. Mısır’a döner bakarız, görürüz ki bir ilan; neymiş? Abdülhamit’in yirmi beşinci yıldönümü şerefine şenlikler tertip ediliyor. Kur’anlar okunacak, ondan sonra da biralar, şaraplar içilecek, çalgılar çalınacak, danslar edilecek. Velhasıl İslamiyet şerefine, insaniyet namına yakışmayacak rezaletler…
Mademki bizde Osmanlılık şerefi vardır ve o şerefe sahip olmakla iftihar ediyoruz, Osmanlı Padişahının jübilesi şerefine bir yadigar bırakmak bize de mecburi bir görev oldu. Lakin Padişahın rütbe ve şanına, maaş ve ihsanına tamahkârlığımız olmadığından, bu vesileyle onurumuzun gereklerine uyarak bu Sultan’ın şu 25 senelik saltanat süresindeki hareket ve icraatlarını şuraya dercedip [yazıp] neşretmekle, kendisini irşat ve dindaşlarımızı ikaz etmek istedik.
Şimdi düşünelim!.. Saltanat hakkı kimin idi? Beşinci Sultan Murat Hazretlerinin değil miydi? O masum, o mazlum padişahımız tahta oturur oturmaz, Abdülhamit Efendimiz, hukukunu gaspetmek için çalmadığı kapı, yüz sürmedik ayak bırakmadı. …… (sayfa yırtıldığı için bazı satırlar da yok olmuştur. Bu silinen bölümden öyle anlaşılıyor ki Sultan Abdülhamit bir şekilde tahta çıkmış ve Beşinci Sultan Murat’ı da tutuklamıştır.)
Çırağan’da müstahkem bir yerde (5. Murat kestediliyor) hapsetti. Bununla da yetinmeyip şiddeti peyderpey ziyadeleştirip yükseltmekle, o hayat sahibi şehidi, hapishane odasından çıkamayacak bir dereceye getirdi. İlk adımda kendisini mahlukatın en gaddarı olmakla, insanlık alemine takdim etti. Biz bunu görüp bildiğimiz halde göz yumduk. Zalime yardımcı olduk; mazlumu kurtarmak dinen, hamiyetten ve insanlık namına mecburi vazifede ihmalkârlık ettik. “Zalim ve yardımcıları, ateştedir.” hadis-i şerife nazaran kendimizi ilahi azaba müstahak ettik.
Saltanatın yüce makamına katiyen müstahak olmadığı halde, sırf hile ve desiseler sayesinde elde eden bir padişahın o merkeze emin bir şekilde ulaşmasıyla, bize karşı Kanun-i esasiyi vaz‘etmek [koymak], meclis-i meşvereti [danışma meclisini] tesis etmek, basına hürriyeti vermek –ve daha başka milletin ilerlemesine, vatanın imarına- hizmet edecek icraatlarda bulunmak gibi vaatlerde bulunduğu halde, hiçbirini icra etmeyen böyle bir padişaha karşı hukukumuzu talep ve muhafaza etmeye, dinen ve namus açısından mükellef [sorumlu] olduğumuz halde; sûkut etmemizle acizliğimizi göstererek, insanlık alemi nazarında ispat ettik…. (sayfa yırtıldığı için bazı satırlar da yok olmuştur.)
Peygamber Efendimiz: “İnsanları mevkilerine [konumlarına] göre değerlendiriniz” diye buyurmuşken, yüce insanların kendi gibi ahlak düşkünlüğü bir mahlûka yar olmayacaklarını bildiğinden, alçakları yükseltmeye çalışan ve alçakların her birine bir mümtaz [seçkin] mevki kazandıran ve kazandırdıktan sonra da kimisinin rüşveti vasıtasıyla, kimisinin melaneti vasıtası olmak gibi kötülükleri irtikap eden böyle bir gaspçı padişaha, Allah’tan, Peygamberden utanmaksızın gözlerimizi hırs ve tamaha kapılaraktan avazımızın çıktığı kadar “Ya Halife, ya Emire’l Müminin!” diye haykırmaya başlamakla -bile bile- kendi kendimizi aldatmak istedik, bundan da utanmadık.
Silahların dehşetli sesleriyle bütün dünyayı otoritesine ram eden, Müslümanlığın beklentisi olan hilafet makamını, ecdadının -edep dairesinde öyle demek icabeder- milyonlarca Müslümanın kanıyla tesis edebildikleri saltanatın yüce makamını; Ebû’l Huda ve emsali rezillerin kötülüklerinin simsarlığına tenzil eden (indirgeyen) ve ahlaksızlığın eseri olarak bu gibi ayak takımı kişilerin himayesi yüzünden nice hanedanları perişan ve rüsva eyleyen ve bu hareketiyle kendi ecdadını bile kendisinin onlara olan mensubiyetinden dolayı mahcup eden bir adama, menfaatlerimiz yolunda amaçlarına alet olmakla, vatandaşlarımızı ve dindaşlarımızı zarara uğratmaktan çekinmedik; yine utanmadık.
Bu durumların tesiri, süregelen mezalim ve kötülüklerin baskısıyla, birçok hamiyet sahipleri uyandı. Daha önce devam ettikleri yanlış yolun tahribatlara sebep olduğunu anlayıp vatandaşlarını, dindaşlarını bu yoldan çıkarıp saadet yoluna döndürmek için mukaddes fikirleriyle mücadele meydanına atıldılar.
……(sayfa yırtıldığı için bazı satırlar da yok olmuştur.) Bunlarla da yetinmeyip şimdi ise, o yıkıcı şahsın bunca Cengizvari zalim hareketlerini takdir etmek yolunda güya yirmi beş (25) senelik saltanat müddeti şerefine şenlikler tertip etmekle –ya birkaç kuruş almak için- yaptıklarını alkışlamaya kalkışıyoruz. Utanalım, haya edelim, rezaletimiz haddini aştı. Bir kere düşünelim; namusu, şerefi ve hamiyeti göz önüne alalım da her birimiz kendi kendimizi –şayet varsa- vicdani mahkememize karşı muhakeme edelim, sonra da o vicdanın çıkaracağı hüküm üzerine hareket edelim.
Cülus [tahta oturma] şerefine şenlikler yapıyoruz, fişekler atıyoruz, Kur’an okutuyoruz, Kur’an’dan sonra da -dinin şerefine yakışmayacak haller- çalgılar çaldırıyoruz, oyunlar oynatıyoruz, Müslüman kadınlara danslar ettiriyoruz. Şimdi düşünecek olursak; kendimiz için, kocaları ölmüş dulların, babaları ölmüş yetimlerin, evlatları ölmüş bahtsız baba ve annelerin, biraderleri ölmüş kimsesiz bacıların acılı ağlamalarından, yürek parçalayan feryatlarından güzel bir sevinç vasıtasını bulabilecek miyiz? Ne bedbaht mahlukuz ki gözümüz önünde devran eden bu çiğer parçalayan durumlara karşı, sevincimizi göstermek ve bu olayların asıl sorumlusu olan bir gaddarın şerefine şenlikler tertip etmek alçaklığını irtikap etmeye tenezzül ediyoruz.
Acaba gaflet içinde bulunan zavallılar gibi her türlü rezalete bulaşıp zalime yardımcı olduğumuzu, fişekler atmakla ilan etmeye ve kendimizden geçeceğimize, yardıma muhtaç olan din kardeşlerimizin, harap olmaya yüz tutan vatanımızın himaye ve koruması yolunda kanlar fışkırtaraktan mazlumun yardımcısı olduğumuzu ispatlamakla insanlık âlemine karşı iftihar etmek daha hayırlı olmaz mı? Sefahat [zevk ve eğlence] merkezi olan bir yerde, Kur’an’ı Azimû’ş-şanı okuyup âlemi kendimize güldüreceğimize ve Allah’ın ayetlerini kendilerine eğlence tutanlar… (Ayeti kerime)
Allah’ın bu yüce emrinin anlamı gereğince suçlu ve günahkâr olacağımıza ve Kur’an-ı Azimû’ş-şanı camilerde dinimizin, dindaşlarımızın, vatanımızın ve vatandaşlarımızın Allah’ın emirlerini muhafaza ve korumasıyla vatan evlatlarının dini duygularını harekete geçirmeleri yolunda okutsak, her iki cihanda bile saadetimizin mucibi [gerektireni] olmaz mı?
Perişanlık içinde, felaket vartalarında mahvolup yok olagelmekte bulunduğumuz bir zamanda raks etmekle, her türlü insanlık duygusundan soyutlandığımızı başkalarına gösterecek yerde “İla-yı Hak” [Hakkı yükseltmek- Allah için cihat] yolunda kılıç elde olduğumuz halde, merdane rakslarla üç yüz seneden beri düşüşe yüz tutmuş, güneşi sönmeye meyleden memleketimizin bu durumdan çıkması için güneşinin tekrar parlamasını sağlamak ve bu cihadımızla geçmişimize layık hayırlı evlatlar olarak onlara ispat etsek, Halık ve mahluku sevindirmiş olmaz mıyız?
…. Lakin heyhat….”9
“Hadis-i Şerifler
1-“Hak Teala Hazretleri; bu ümmeti zayıf olanlarıyla muzaffer edecektir. (Nesai)
2- “Bir mazlumun, hukukuna ulaşıncaya kadar ben onunlayım.” (Deylemi)
3- “Ey insanlar! Hak Teala Hazretleri, zalim imamın -zalim padişahın- namazını kabul etmez.” (Hakim)
4- “Facirin10 zikrinden -yani ayıplarını yüzüne vurmaktan- ne vakte kadar çekineceksiniz? Alemin böyle bir kişiden sakınması ve uyanık olması için her hareketini ilan ediniz.” (Taberani)
5- “En hayırlınız, aciz kalıncaya kadar aşiretini -mensup olduğu kavmi- müdafaa edendir.” (Ebu Davud)
6- “Allah’ın kitabı neyi emrederse ona tabi olunuz.” (Hakim)
7- “Riyakarı terkediniz; zira ben riyakara şefaat etmem.” (Müslim)
8- “Benden sonra bir padişah olacak ki onunla savaşınız, yani aleyhine kıyam ediniz.” (Deylemi)
9- “Alimlerin en kötüleri, emirlere yanaşandır. Yani padişahlardan istifade etme arzusuyla yalakalık eden ve şeriatın hilafına olan hallerine sükût eden ulemadır.” (Bezzar)
10- “Zalim ve avanesi [yardakçıları], ateştedir.” (Deylemi)
11- “İttifak ve ittihatta, rahmet ve rahat olduğu gibi aksinde azap ve meşakkat vardır. (Deylemi)”11
“Hitab-ı Mur be-Süleyman [Karıncanın Hz. Süleyman’la Konuşması]
Merd-i hakbin olmayan nadana, etmem serfürû [başeğen]
Dert ile kan ağlarım dermana etmem serfürû
Ben ol ulviyyetperest ûftadeyi her halde
Minnetim Allah’adır, Şeytana etmem serfürû
Gûşegir-i genc-i istiğnayım, istikbal için
Mucib-i ikbal olan damane, etmem serfürû
Dikkat et karşındaki Osmanlının etvarına
Kahraman evladıyım, şirane etmem serfürû
Nan için sanma mûrdara eylerim na-ehle ben
Gerçi bin adam, fakat Sultana etmem serfürû
Vakt olur ki her taraftan ceyş-i gam savlet eder
Ben yine imdat için devrana etmem serfürû
Ma hasel, mahfım mukarrer olduğun bilsem kasem
İzzet-i nefsim yolunda cana etmem serfûru.”12
“Hakkı Açıklama”
De ki: (Ya Muhammed!) Eğer Allah’ı severseniz bana uyunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar. Şüphesiz Allah, Gafur ve Rahimdir. (Ayet-i Kerime)
Allah Teala Hazretleri, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimize Yahudi ve Hıristiyanların biz Hak Celle ve Allah Hazretlerinin dost ve ahbaplarıyız, bilhassa Buhran’dan [bir yer veya kasaba adıdır] gelen bazı kimseler; bizim Hz. İsa (a.s.) Efendimizi sevdiğimiz, Allah Teala Hazretlerine muhabbet edişimizdendir, demeleri üzerine yukarıdaki ayeti celile nazil olmuştur. Bu ayet-i kerimenin hükmü kıyamete kadar baki olduğundan Abdülhamit ve avanesinin [yardakçılarının] ve bilcümle Müslümanların haklarına da tatbik olunabilir. Cenab-ı Hak; kendi Peygamberine hak yolundan sapıp gittiği yolun doğruluğunu iddia eden kimselere: Ey Peygamber, onlara söyle ki eğer Allah Teala Hazretlerine gerçekten sevginiz varsa, benim tutuğum selamet yolunun istikametini takip ediniz, bana tabi olunuz. Allah Teala Hazretleri, Gafur [affedici] olduğundan sizin geçmiş günahlarınızı af ve mağfiret eder. Ve merhameti çok olduğundan sizi eğri yoldan çevirip doğru yola sevketmek için delil ve hadi [yolgösterici] gönderir.
Şimdi tarafsız hakikat gözüyle bakalım. Abdülhamit ve etrafındakiler, kimi takip ediyorlar. Peygamberimizi mi? Haşa, bin kere haşa. Onların yaptıklarından çıkarılan sonuçlara göre, onlar nefs-i emmare [kötülüğe sevk eden bir nefis] ile Şeytana tabi olmakla hak yolundan çıkmışlardır. Onlar; asi, baği, taği ve sapıtanlardan olmuşlardır.
“Onlara de ki; (Ya Muhammed!) Allah’a ve Resulüne itaat ediniz; eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kafirleri sevmez.” (Ayet-i Kerime)
Cenab-ı Hakim-i Mutlak, yine Peygamberine emir buyurur ki: “Ey benim Nebim! O budala, ahmakların zannettikleri gibi değil; yani onlar dediler ki: Muhammed bizi İsa’ya tapmaktan menetmekle kendine taptırmak istiyor. İnsana tapınmaz, olsa olsa itaat olunur. Ey benim Peygamberim! Onlara de ki: Öyle değil, belki Allah Teala’ya ve Allah’ın emrini tebliğ ettiğim cihetle bana itaat ediniz. Eğer bu itaatten yüz çevirirseniz, Allah Teala Hazretleri, verdiği nimetlerin değerini bilmeyen cahil ahmakları sevmez. Ey Müslümanlık davasında bulunanlar! Padişah zannettiğiniz Abdülhamit’in dalâlet [doğru yoldan sapan] yolunda olduğunu görüp dururken, bir de ona itaat etmek ahmaklıktır ve her iki dünyada zarara uğratmak değil midir? “Allah’a, ma’siyet [günah işlemek] hususunda, mahluka itaat edilmez.” (Hadisi Şerif). Halık Teala
Hazretlerinin rızasına muhalif insanların emrine itaat etmek, din-i mübin’i Muhammedi’de yoktur. Abdülhamit’in en küçük işinden ta büyük işlerine kadar hangisi yüce şeriata uygundur? Düşününüz, birer birer uygunsuz fiillerini gözönüne getirip mütalaaya koyunuz. Evet, cuma namazına gidiyor diyebilirsiniz. Tamam işte hemen bunu tutunuz, aldığı abdest ürküttüğü kornaya değer mi? Kendisi güya namaz kılıyor. Bu kadar bin adamları, haşa ilahi kanun koyucu gibi namazdan alıkoymaktadır. Şeriatımızda, padişahı beklemek için namazı terketmek var mıdır? Şeriat, muharebede bile namaz vardır, diyor.
İnanmasanız, salat-ı havf [korku namazı] için Nisa suresi’nin yüzüncü ayetine müracaat ediniz. Acaba, Abdülhamit kimden korkuyor da böyle yapıyor? Allah’tan korkmuyor da insanlardan mı korkuyor?
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?” (Münafikun suresi, 4. Ayet)
Bu gibi fasit, içi boş ahlaksız hayvanlara itaat etmek, şeriat-ı Muhammediye’de yoktur. Zalimle mazlumun günahı eşit; belki mazlumun zulme tahammülü ve rızası, zalimi bir daha zulüm irtikâbına sevkettiği için kabahati zalimden daha ziyadedir.
Padişah ile halk arasında karşılıklı hukukları bulunduğundan, herhangi taraf o hukuka riayet etmez, dışarı çıkmak isterse, mazul [azledilmiş] olur. Abdülhamit, fakir halkın hukukuna riayet etmediğinden başka haddi tecavüz etmiştir.
Allah Zülcelal Hazretlerinin buyurmuş olduğu şer’i hududunu tecavüz edenler, zalimlerdendir. Başka bir ayeti kerimede “Allah Teala, şüphesiz zalimleri sevmez. Zalimin zulmüne baş eğen mazlum olmakla beraber zalim sayılır. Yine bir ayetin mealinde Cenabı Hak: Bir ümmete bahşetmiş olduğu hürriyet nimeti ile şeriatın kıymetini bilmeyenler için mahf ve perişan, kahr ve gazabı ile onları yok eder.
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz kendi sürüsünden sorumlusunuz.” hadis-i şerifi; herbir insan kendi hukukunun koruyucusu ve hukukunun korunmasında çaba ve gayret sarfetmesi lazım iken, bilakis o hukuku muhafaza etmezse, kınanıp mesul olacağını haber veriyor. Gelecek nüshalarda Sultan ile ümmet arasındaki hukuk ve Abdülhamit’in uygunsuz hareketlerini konu edineceğiz.
Deki: (Ya Muhammed!) Allah’a, Resulüne ve sizden olan ulu’l-emre [yönetenlere] itaat ediniz. Ayet-i kerimenin gerçek anlamını hemcinsime ve bilhassa Kürdlere anlatacağım.
Ebu’l Berekat”13
Yukarıda da belirtiğimiz gibi, Ümmid gazetesinin toplam kaç sayı yayımlandığını bilmiyoruz. Ancak, M. Salih Bedirhan’ın 1902 yılında Halep’te olduğu ve faaliyetlerinden dolayı hakkında kovuşturma yapıldığını biliyoruz. Malmîsanij’ın aktarımına göre, Babası Mahmut Bey, 1900 yılı başlarında Cenevre’de kurulan Şevk-i İttihad adındaki örgütün kurucuları arasında idi. “Cemiyet-i Fesadiye’nin amaçlarına hizmet ettiği gerekçesiyle, Şam’da bulunan Bedirhanpaşazâde Mahmut Bey ve Halep’te tutuklu bulunan oğlu Salih Avni Bey hakkında 1902’de kovuşturma yapıldığını”14 öğreniyoruz. Bu kovuşturma sonunda ceza almış ve Rodos adasına sürgüne gönderilmiş ve 1908’de Meşrutiyet’in ilanına kadar burada tutuklu kalmıştır.
M. Salih Bedirhan Kürdçe Arapça, Osmanlıca ve Fransızca olmak üzere dört dil bilirdi. Birçok Bedirhani gibi, o da istibdat karşıtı ve Kürd milli mücadelesinin önemli şahsiyetlerinden
biriydi. Bu amaçla verdiği mücadeleden dolayı, uzun süre hapishane ve sürgünlerde bulundu. “Meşrutiyet’e kadar, müebbet zindana mahkum olarak Rodos kalesi, Akka, Nablus’ta ve en son olarak Bab-ı Zaptiye’de, çok sıkı olarak, deniz içinde yüzer gibi, öyle kaldı. Ve Meşrutiyet olmasaydı muhakkak orada ölecekti.”15 Birçok tutuklu ve sürgün Kürd gibi, o da Meşrutiyet’in ilanıyla çıkartılan aftan yararlanarak hapishaneden çıktı. Hatta en son çıkanlardan biridir. Çünkü, müebbet mahkum olduğu için ilk etapta onu bırakmadılar, daha sonra babası ve akrabalarının girişimiyle serbest bırakıldı.
Serbest bırakıldıktan sonra, 1909’da tahrirat müdürü olarak Kayseri’ye tayin edilir ve 1913’te ailesiyle birlikte Şam’a taşınırlar. Burada, daha sonra hapishane müdürü olarak göreve başlar. M. Salih Bey, İstanbul ve daha sonra da Kayseri’de olduğu zamanlar, Kürd milli mücadelesiyle bağlarını daha da güçlendirir ve o dönem çıkan Kürd gazete ve dergilerinde birçok makalesi yayımlanır. Makalelerinin çoğu Hêvî Cemiyeti tarafında yayımlanan Rojî Kurd16 ve Yekbûn dergilerinde yayımlanır. Rojî Kurd dergisinde: Hülya ve Gerçek (sayı:2), Harflerimiz ve Okuma Kolaylığı (sayı:2), Qesîda Hezretî Şêx Ehmedê Xanê (sayı:3), Kılıçtan Evvel Kalem (Sayı: 3) ve yine aynı sayıda “Berî Şûr Qelem” başlığıyla yazının Kürdçesi, Kürtlüğün Kahramanlık Defterinden İki Bahadırlık Siması (sayı:4) ve yine bu sayıda Gençliğe Hürmet başlıklı yazıları yayımlanmıştır. Adı geçen yazılar çeşitli kaynaklarda17 yayımlandığı için burada tekrardan aktarmak gereğini duymadım. M. Salih Bedirhan’ın Rojî Kurd dergisinde yazdığı gibi, Yekbûn dergisine yazılar yazar. “Derginin 2. ve 3. sayılarında M. S. Azîzan, M. Salih Bedirhan ve Ebû Rûşen (Ebû Rewşen) imzalarıyla yazıları yayımlanmıştır.”18
Hapishanelerde ve sürgünde bedbaht bir hayat geçiren M. Salih Bedirhan, ömrünün sonuna kadar kalemi ve faaliyetleriyle Kürd milli mücadelesine önemli katkılarda bulunmuştur. Kızı Rewşen Hanım’ın aktarımına göre, yakalandığı tifüs hastalığı nedeniyle 1 Nisan 1915’te vefat etmiştir.
RUPELA NU.
Bernamegeh / bernamegeh@gmail.com