”İsyan Şeyh Ubeydullah’ın zaten iran’da bulunan ikinci oğlu Abdül-kadir tarafından Eylül 1880’de başlatıldı. Abdülkadır Nihri Şeyidleri’ni benimseyen sınır köylerinde babasının temsilciliğini yapıyordu.”
DAVİD McDOWALL / Şeyh Ubeydullah
Şeyh Ubeydullah çoğu insan açısından ilk büyük Kürt milliyetçisi sayılmaya devam etmektedir, ama kanıtlar bunu pek doğrulamamakta-dır. 1880’de iran’ı fethederken Kürt ulusu adına hareket ettiğini iddia etmiştir. Bu hareketini açıklamak için Tebriz’deki ingiliz Baş Konsolosu William Abbott’a bir mesaj göndermiştir:
Kürt ulusu ayrı bir halktır. Dinleri [diğerlerinden] farklı ve kanunlarıyla âdetleri değişiktir ister Türklere ister Parslara tabi olsunlar Kürdistan’ın Aşiret Reisleri ve Yöneticileri, Kürdistan’da oturanlar birleşmiş ve sorunların iki Hükümet [Osmanlı ve Kajar] tarafından çözülemeyeceği ve mutlaka bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hemfikir olmuşlardır, bu nedenle sorunu anlayan Avrupa Hükümetleri’nin durumumuzu araştırması gerekmektedir. Biz aynı zamanda ayrı bir ulusuz. Meselelerimizi kendimiz halletmek istiyoruz.
Iran ve Türkiye’deki ingiliz diplomatları bu yazılanları, Kajarların da yapmış olabileceği gibi, daha çok itibari değeri açısından ele aldılar, isyan, böylesi ifadeler dışında bölgede zaten görülen bir tür aşiret huzursuzluğunun daha geniş ölçekte yaşanması dışında bir şey ifade etmek yönünde çok az kanıt barındırıyordu.
Ama buna rağmen önemliydi. Çünkü isyan bölgede neden olduğu kargaşa dışında, daha sonraki ayaklanmaları çevreleyen ‘milliyetçilik’ sözcüğünde gizli olan belirsizlikleri ilk kez gündeme getirmişti.
İsyan Şeyh Ubeydullah’ın zaten iran’da bulunan ikinci oğlu Abdül-kadir tarafından Eylül 1880’de başlatıldı. Abdülkadır Nihri Şeyidleri’ni benimseyen sınır köylerinde babasının temsilciliğini yapıyordu, bu nedenle de Urmiye valisi tarafından yerel aşiretlerin sükunetini sağlamaktan sorumlu aracı olarak görevlendirilmişti, isyana kalkışmasının kendisine danışmadan harekete geçen yerel yetkililerin birkaç aşiret reisine yönelttiği sert muamele ile tetiklendiği anlaşılıyor.” Bu, Abdülkadir’in aşiretlere dayalı aracılık rolü üzerinde yükselen konumuna zarar verdiği için ciddi bir ihmaldi. Onun açısından bakıldığında bu düş kırıklığına uğramış aşiret reislerine liderlik yapmak dışında fazla bir şansı bulunmuyordu. Bunu yapmaya Sawj Bulak’ı (Mahabad) zaptederek başladı. Sonra Bana ve Sakız’ın güneyine kadar uzanan aşiretleri kendisine itaat etmeye davet etti. Çoğu boyun eğdi, ama örneğin Mamaş gibi bazıları bunu çok belirgin bir isteksizlikle yaptı. Ardından yaklaşık 20.000 adamıyla doğuya, Urmiye Gölü’nün güneyine ve Kürdistan’ın dışına doğru ilerledi. Sawj Bulak’tan ayrılmadan önce kentin kıdemli Sünni din adamının Şiilere karşı cihad ilan ettiğini duymuştu. Miando-ab adlı Şii kentinde yaşayanlar elçilerini öldürüp, teslim olmayı reddettiklerinde, Abdülkadir’in kuvvetleri 2.000 erkek, kadın ve çocuğu kılıçtan geçirerek katlettikten sonra Maragha’ya doğru ilerledi.
Bu arada biri Şeyh Ubeydullah’ın büyük oğlu Muhammed Sadık’ın komutasında, Abdülkadir’in geri çekilmesi halinde Urmiye Gölü’nün batı yakasını koruyacak olan, ikincisi de Hakkari Kürtlerini toplayarak daha da güneye doğru ilerleyecek Şeyh’in halifesi Said’in komutasında bulunan diğer iki birlik Hakkari’den iran’a girdi. Saldırıyı desteklemeye ikna edilenler arasında Tiyari’deki Nasturi aşiret cemaati vardı. Şeyh Ubeydullah sınırı bizzat ekimin ortasında geçti.
Şeyh Ubeydullah’ın bir dezenformasyon ustası olduğu anlaşılıyor. Türk yetkililer onun oğullarının çıkardığı isyanla ilişkisi olmadığını düşündüler; halbuki o Türkmenleri bile iran’a karşı savaşa katılmaya davet etmiş ve söylenenlere bakılırsa, iran’ın işini bitirdikten sonra Türkiye’ye yöneleceğini beyan etmişti. Diğer yandan halifesi de Türkiye’nin iran’a yapılacak bir Kürt saldırısını desteklediğini iddia etmekle meşguldü.
Ubeydullah bağımsız bir prenslik istediğini bildirdi ve çeşitli aşiretlerin yaptığı haydutluğu engellemeyi üstlendi. Avrupalı güçlerden, özellikle de ingiltere’den istediği tek şey kendisine moral destek verilmesiydi. Kürdistan’ın ötesinde doğuya doğru ilerlediği, özellikle Mian-doab’da yaptığı katliam ve 10.000 kişiyi evsiz bırakan ‘2.000’in üzerinde köyü’ yıktığı düşünüldüğünde, bunun ikna edici bir iddia olması pek mümkün değildi.
Ubeydullah sınırı geçmeden önce, Şah’ın hayatının çoğunu Türkiye’de sürgünde geçiren yarı Kürt üvey kardeşi Abbas Mirza’yı başarısızca içeri çekmeye çalışmıştı, aslında bu bizzat Kajar tahtına bir meydan okuma anlamına geliyordu. Bu arada Abbott’a Kürtlerin artık hem Iran hükümetinin zorla topladığı vergilere hem de hükümetin bölgedeki iki büyük Kürt aşireti olan Shikak ve Harki’nin soygun ve yağmalarını engelleyememesine katlanamadıklarını bildirdi.
Diğer bir deyişle, isyanının iran’ın beceriksizliğine ve yerel eşkıyalığa karşı olduğunu iddia etti. Her iki aşiret vakasında da Ubeydullah neredeyse kesin bir biçimde Nihri Seyidlerine sadık kalan köyleri korku salan düşmanlara karşı savunma niyeti taşıdığını gösteriyordu. Bir önceki yıl Osmanlı müdahalesine karşı diğer yerlerdeki Harki eşkıyalığını savunmaktan oldukça mutlu olmuştu. Shikak ise, Ubeydullah’ın 1877’de yaptığı cihat çağrısına yanıt olarak Türkiye’ye geçmiş ve pek çok yeri yağmalamışti. Ancak şimdi Ubeydullah durmadan genişleyen Shikak’ın kendi himayesinde bulunan Hakkari-Baradust bölgesine tecavüz etmeye başlamasıyla daha fazla ilgilenmek zorundaydı, sınırın iki yanındaki hükümet yetkililerinin güçsüz oldukları da açıktı. Oğlu, iran’ın Nihri’ye bağlı aşiret reislerine yönelik zulmüne yanıt olarak ayaklanıp, ardından çılgınca Şiilerin üzerine yürürken, Ubeydullah da muhtemelen aynı şekilde Shikak tehdidiyle ilgileniyordu. Nihri Seyid-leri her iki vakada da efendiler olarak kendi önemlerini göstermek zorundaydılar. Bütün bunlar ‘milliyetçi’ iddialarla yalnız bir noktaya kadar uyuşuyordu.
Şeyh Abdülkadir’in iki hafta önce 20.000 kişiden oluşan kuvvetleri, aşiret mensuplarının çoğunun yağmaladıkları ganimetleri alarak evlerine dönmeleri nedeniyle ekim sonunda 1.500 kişiye düşmüştü. Şeyh Udeydullah ve oğlu Muhammed Sadık Urmiye’ye muhtemelen 6.000 civarında adam getirmişlerdi. Bir destek birliğinin yolda olduğunu bilen Urmiye güçlü bir direniş göstererek saldırganların moralini bozdu. Bu sırada 12.000 kişiden oluşan Iran birliklerinden 5.000’i Urmiye Gölü’nün batısına kalanlar ise gölün güneydoğu kıyısına doğru ilerliyordu. Şii olmayan halka karşı girişilen bu acımasız intikam sırasında masum ile suçlu arasında bir ayrım yapılmaksızın büyük bir kıyım gerçekleştirildi. Örneğin, Iran ordusunca öldürülen Nasturilerin sayısı isyancıların öldürdüklerinden fazlaydı.
Şeyh Ubeydullah’ın kuvvetleri kendi topraklarına kaçtı, çoğu sınırın her iki tarafında hükümet kuvvetlerince yakalandı (ve çoğunlukla öldürüldü). Avrupalıların diplomatik baskılan sonucunda Şeyh önce istanbul’a sürgüne gönderildi, fakat 1882’de kaçınca, 1883’teki ölümüne kadar kaldığı Hicaz’a aktarıldı.
‘Fars Bahçesi’ olarak bilinen verimli Urmiye ovasındaki tahribat gelecek yıllarda hissedilecek ve bölgeyi eski haline getirmek için diğer yerlere ek vergi yükümlülükleri getirilecekti. Aslında bu olanlar aşiretlerde görülen normal düzeyi öylesine aşmıştı ki, bir Amerikalı misyoner “Birinci Dünya Savaşı’na kadar Urmiye’de çıkan tüm olaylar ‘Şeyh’in geliş’ tarihinde başlamıştı” diye yazıyordu.
Eğer tüm bu olaylar bir ulusal ayaklanma iddiasını pek doğrulamı-yorsa, o zaman Şeyh Ubeydullah’ın beyanları ve eylemleri ne anlama gelmektedir? Sınırın her iki yanında faaliyet gösteren ingiltere genel konsolosluğunun mesajları bazı ipuçları veriyor. Tebriz’de görev yaparken Urmiye’yi ziyaret eden William Abbott başlangıçta Şeyh Ubeydullah’ın ‘projesinin kendisini Kürt prensliğinin başına getirerek, hem Türkiye hem de Iran tarafındaki Kürdistan topraklarını istila etmek olduğunu düşünmüştü. Şeyh, dini otoritesinin de gerektirdiği şekilde, mirlerden daha geniş bir alanda egemenlik kurmak istemiş olabilir; fakat Kadirilere eğilim gösteren aşiretlerin bunu memnuniyetle karşılaması pek mümkün olmadığı gibi, bırakın kendi nüfuz alanı dışındaki aşiretleri, yakındığı Shikakların da bundan hoşlanmayacakları açıktır.
Erzurum genel konsolosu Henry Trotter, yarım yüzyıl önce mirlerin gönüllü olarak kabul ettikleri Osmanlı hükümetine sadakat sorunu konusunda ince ama önemli bir ayrım yaptı. Büyükelçisine, “Şeyh’in Osmanlı görevlilerinden kurtulabildiği ve fiilen Kürdistan’ı yöneten başkan ve delege olarak görüldüğü sürece Sultan’a şu ya da bu ölçüde kişisel sadakat göstereceğini ve onun otoritesine itaat ederek haraç ödeyeceğini düşünüyorum” diye yazdı. Bu değerlendirme Trotter’a bir yıl önce Van konsolos yardımcısının söyledikleriyle uyuşuyordu, konsolos yardımcısı ona, “Şeyh sultana vergi yerine haraç ödemeye oldukça gönüllüydü” demişti. Şeyh Ubeydullah, Urmiye yakınlarında karşılaştıklarında bunu Abbott’a sözel olarak teyit de etmişti. Abbott ona şu soruyu sormuştu:
Niyetiniz Osmanlı’dan bağımsız ayrı bir Kürdistan Prensliği mı oluşturmak, yoksa yalnızca onun sıkıntı yaratan bileşenlerini bir araya getirerek, kaosun yerine düzen tesis ederek, Sultan’a bağlı ve onun adına düzeni sağlayarak vergi toplayacak Kürt ulusundan sorumlu bir reis mi olmak? Şeyh bu soruya şimdiye kadar hiç kimsenin onun Sultan’a olan sadakatinden kuşku duymadığını, fakat Paşaların [yani yerel yöneticilerin] çok zayıf olduğunu düşündüğünü söyleyerek yanıt verdi.
Öyle görünüyor ki, çağdaş Avrupa milliyetçiliğinin sözcüklerini kullandığı halde, bütün bunlar Osmanlı’nın Tanzimat döneminden önce gerçekleştiğinden, muhtemelen daha çok özerk bir prenslik için bir ayaklanma gerçekleştirmenin peşindeydi.
Bu istanbul’daki hükümetin niçin Şeyh Udeydullah’a karşı bu kadar rahat davrandığını ve sonra onu sürgüne göndermek için bu kadar istekli olduğunu tek başına açıklamıyor. Şeyh Ubeydullah’m Doğu Anadolu’da giderek büyüyen bir karışıklık ve ekonomik yoksunluk döneminde amcasının kaftanını miras aldığı unutulmamalıdır. Osmanlı’nın kentlerin yakın çevresi dışında kanun ve düzeni sağlayamaması, artan ve zaman zaman aşırı olan vergi yükü ve askere alma girişimleri zaten kanunsuzluğa eğilimli olan bölgenin huzuruna zarar vermiştir. Saygı duyulan yerel liderlerin dizginlemeleri olmaksızın, her aşiret seyahat edenlerden ve yerleşik köylülerden mümkün olan her şeyi gasp ediyordu. Bölgede seyahat eden sayısız yabancının doğruladığı gibi, eşkıyalık ekonomiyi neredeyse durma noktasına getirmişti. Tüm ticaret yolları yağmaya açık durumdaydı. Bir aşiret diğeriyle kavga ediyor, bunların arasındaki anlaşmazlığın yankıları tüm çevrede hissediliyordu. Bazı yerel Osmanlı yetkilileri haydutların ele başlarına yumuşak davranıyordu. Daha dikkatli yetkililer güçlü yerel aşiret reisleri ya da şeyhlerin irade beyanında bulunması halinde istanbul’dan mutlaka destek alamayabileceklerini biliyorlardı. Düzensizlik ve yoksulluk, ister Kürt, ister Ermeni, ister karışık olsun, köylerden geçen göçebe aşiretlerin açgözlülüğünü artırdı. Diğer bir deyişle, bir türlü dizginlenemeyen Shikak ve Harki aşiretleri sultanın düşmanı oldukları kadar Ubeydulllah’ın da düşmanlarıydı.
O tarihte Hıristiyan cemaatlerine yönelik büyüyen bir düşmanlık vardı. Hem Ermeniler hem de Süryaniler hedef alınmıştı, Ermenilerin hedef alınma nedeni büyüyen ulusal duyguları ve bunun sonucunda Ruslardan gelen tehditlerle özdeşleşmeleriyken, Nasturilerin her yıl 5.000 ya da daha fazlasının Urmiye’den (Hakkari’dekiler hariç) ayrılarak Rusya’ya göçmen işçi olarak gitmeleriydi.
Şeyh Ubeydullah bu düzensiz sahnede kendisini Hıristiyan tehdidine karşı sultana yardımcı olmak isteyen biri olarak göstermişti bile. 1877-78’deki Rus-Türk savaşında Kürt aşiretlerinden oluşan’kuvvetlerin komutanlığına atanmış, bu onu bir Kürt’e yarım yüzyıl öncesinin emirlerine verilenden çok daha geniş resmi güçle donatmıştı. Bu savaşın bir cihat olduğunu söylemiş, aşiret reisleri bunu Ermeni köylerine saldırmak için bir yeşil ışık olarak değerlendirmişlerdi.
Şeyh Ubeydullah’ın Hıristiyanların dini görüşlerine yönelik yaklaşımı belirsiz olmakla birlikte, siyasal yaklaşımı oldukça belirgindir. Ermeni cemaati Kürtlerin çıkarlarına yönelik ciddi bir tehdit oluşturuyordu. 1877-78 savaşı Berlin Anlaşması ile sonuçlanmış, Avrupalı Güçler 61. Madde’de özellikle atlama taşı olarak gördükleri Ermeni cemaatinin statüsünün korunmasını sağlamış, Müslümanlar ise bunu bağımsız bir Ermeni devletinin ortaya çıkmasına yönelik bir adım olarak değerlendirmişti. Aslında ingiltere, Osmanlı reformlarından ve Rusya’nın (Müslümanların Ermenilere yönelik dizginlenemeyecek saldırılarına karşı) istediği müdahalenin meşruiyeti ortadan kaldırıldığında Ermenilerin korunamamasından korkuyordu.
Avrupa’nın baskısı bölgedeki kaçınılmaz etkisini gösterdi. Şeyh Ubeydullah bir Türk yetkiliyi, “Bu duyduklarım nedir? Ermeniler Van’da bağımsız bir devlet kuracak, Nasturiler de göndere ingiliz bayrağı çekerek, kendilerinin ingiltere’ye tabi olduklarını ilan edeceklermiş” diye uyarmıştı. Burada kesinlikle, ingiltere’yi Kürtlerin ‘ayrı bir ulus’ olarak tanımaya davet ettiğine ilişkin ipuçları bulunmaktadır. Sanki koruma altındaki bir Ermeni ya da Nasturi varlığı kısmen kendi nüfuz alanında kurulacakmış gibi bir korku duymaktadır. Bu açıkça bir ‘onlar ya da biz’ durumudur. Bu nedenle Şeyh Ubeydullah’ın Avrupalı şansölyelerin kullandığı bir laik milliyetçi terminolojiyi gündeme getirdiği söylenebilir.
Osmanlı’nın tanzimat döneminde Kürt emirleri bastırmış olan sultanın o tarihte Şeyh Ubeydullah’a bu kadar çok yetki vermesi tuhaf görünebilir. Ermeni ve Rus tehdidi niçin ingiltere’nin istediği reformlarla durdurulmamıştır? 1826-76 arasındaki tanzimat dönemi Osmanlı’nın imparatorluğu yeniden yapılandırarak, Avrupai bir hatta giderek daha fazla oturtmak istediği bir dönemdir. Ama bu ancak Anadolu’da Avrupa’dan esinlenen reformun etkilerinden korkan Müslümanların çoğu arasında artan hoşnutsuzluk göze alınarak yapılabilirdi.
1876’da tahta yeni bir sultan, II. Abdülhamit çıktı. O bir reformcu değildi ama bu Avrupalı güçlerin siyaset ve ticarette daha büyük bir nüfuza sahip olmasına izin verip, Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarına eşit haklar sağladığında bunların (Müslümanlara yönelik) tüm olumsuz yankıları ortaya çıktıkça anlaşılacaktı. Islami imparatorluğunu kısa ömürlü 1876 Anayasası ile doruğa ulaşan liberalleşme süreciyle değil, sultanın bizzat kendisine bağlı bir merkezileşme ve Müslüman değerler ile dayanışmaya dayanarak savunmaya kararlıydı. Diğer yandan, eyaletlerdeki Osmanlı görevlilerinin yanı sıra Şeyh Ubeydullah gibi cemaat liderlerinin verdiği zararlar Tanzimat’ın bir parçasını, Avrupa reformculuğunun Truva atlarını oluşturuyorlardı.
Sultan Abdülhamit gelenekçi Müslümanlara daha fazla güveniyordu. Şeyh Ubeydullah Doğu Anadolu’daki muazzam saygınlığıyla, dakikası dakikasına uymamasına rağmen, islam savunmasının göz ardı edemeyeceği kadar değerli bir yandaşa sahipti ve bir zamanlar kendisine resmen verilen maddi güçten vazgeçmesi mümkün değildi.
istanbul Şeyh Ubeydullah ile 1879’da küçük bir yerel sorun yaşamıştı. O yılın eylül ayında onun himayesi altındaki bazı Harki aşiret mensupları bölge kaymakamı tarafından eşkıyalık yaptıkları için cezalandırılmıştı. Ertesi yıl Abdülkadir’in de yapacağı gibi Ubeydullah yerel yönetimin kendi konumunu zedelemesine izin veremezdi; bu nedenle oğullarını yerel birliklerin üzerine gönderdi. Ancak oğulları yenildiğinde Şeyh Ubeydullah oğullarını kınayarak masum olduğunu söyledi. Artık iki oğlu da, muhtemelen olaylar yatışıncaya kadar kalmak üzere, sınırın öte yanında, tam iran’ın başladığı bitişik köylere taşınmışlardı, istanbul Şeyh Ubeydullah’ın bu işe karışmadığına tam olarak inanmasa da onun devletten aldığı maaşı artırarak, bundan hoşlanmayan kaymakamı görevden aldı. Sultan imparatorluktaki çoğu olayın kontrolünü hızla eline geçiriyordu, kendi reformist görevlileriyle çalışmaktansa, dönek şeyhle çalışmaktan daha çok memnuniyet duyuyordu.
Bu yerel huzursuzluğun etrafında, bizzat Şeyh Ubeydullah tarafından oluşturulduğu anlaşılan milliyetçi bir grup olan ‘Kürt Birliği’ne ilişkin dedikodular da dönüyordu. Şeyh’in kendi taraftarlarını artırmak istediği kesin olmakla birlikte, milliyetçi söylemi ihtiyatla ele alınmalıdır. Ermeni patriğinin bu konuda suçlamadan ileri sayılabilecek görüşleri vardır. Birlik, eğer gerçekten var olduysa bile, bu isimle ne açık bir beyanda bulunmuş ne de bir eylem yapmıştır. Fakat patrik bir entrika çevirerek, Ermeni sorununu bastırmak için birliği bizzat Osmanlı’nın teşvik ettiğini iddia etmiştir. Bu, Ermeni tehdidini dengelemek üzere istanbul’da yapılan bir plan gereği Şeyh Ubeydullah’a bir hareket oluşturması için resmi destek verildiği şeklinde bütünüyle kabul görebilecek bir açıklamadır.
Böylesine sorunlu bir bölgede, Şeyh’in 1880’lerde istediği anlaşılan gerçekten bağımsız bir Kürdistan’ın yaşama şansı çok azdı. Osmanlı hükümeti bunun farkında olmalı ama tıpkı kısa ömürlü birlik gibi, Kürdistan argümanı da, özellikle Şeyh Ubeydullah’ın yapmaya çalıştığı gibi Ermenileri ve Nasturileri kendi isyanına katması için işbirliğine ikna edilirse, Ermenilerin milliyetçi taleplerine karşı yararlı bir ağırlık oluşturacaktı. Eğer işbirliği yapmış olsalardı, bu Ermeni milliyetçilerinin Avrupa tarafından savunulan statülerine kolaylıkla zarar verebilecekti. Bir Kürt prensliğinin fiilen ortaya çıkması gibi gerçekleşmesi pek mümkün olmayan bir durum ortaya çıksa bile, bu prenslik sultana bağlı kalmaya devam etmek zorundaydı.
Aynı zamanda doğu savunmasında Osmanlı’nın konumunun düzeltilmesi sorunu vardı. Bunun ancak Batı Azerbaycan’a bakan Kürt aşiretlerinin topraklarım içeri katarak nitelikli bir biçimde yapılacağından hiç kuşku yoktu. Şeyh Ubeydullah zaten iranlı Kürt aşiretleri üzerindeki nüfuzunu 1877’de kafirlere karşı cihat ilan ettiğinde, onları birleştirerek göstermişti. Doğudaki konumundan tedirginlik duyan Osmanlı, bunu stratejik anlamı olan bir akın olarak görmüş olabilir. Yirmi beş yıl sonra aynı bölgeyi geri almak için yeniden iran’ın zayıflığından yararlanılabilecekti.
Osmanlı hükümeti, Şeyh Ubeydullah’ın maceracılığını desteklediğini inkâr etmek zorunda olduğundan, bunların hiçbirini kamuoyuna açıklamak istememiş olabilir. Ancak ingiliz Büyükelçisi’nin kafası hâlâ karışıktı, artık neler olup bittiğim tahmin etmek mümkün hale gelmişti:
Osmanlı’nın Şeyh Ubeydullah’ın bağımsız bir Kürdistan kurma niyetine hangi ölçüde inandığını bulmayı yine başaramadım. Genel izlenimim Asım Paşa’nın [Osmanlı’nın dışişleri bakanı] bu türden hiçbir planın ciddi biçimde var olacağına inanmadığıdır.
Asım Paşa Şeyh Ubeydullah’ın samimi bir Nakşibendi olduğunu biliyordu. Mevlana Halit kendi taraftarlarına ‘Islama dayanan yüce Osmanlı Devleti’nin yaşaması ve din düşmanları olan lanetli Hıristiyanlar ile adi Farslara karşı zafer kazanmak için dua etmelerini öğretmişti. Osmanlı gözlemcileri, Şeyh Ubeydullah’ın dini kılavuzuna karşı sonuna kadar içten olduğunu muhtemelen Avrupalılardan daha iyi görmüşlerdi.
Davıd McDOWALL / MODERN KÜRT TARİHİ.