OSMANLI DÜNYASINDA KÜRDİSTAN KAVRAMI
Osmanlı Kürdistanı kitabı, Cumhuriyet döneminde kriminalize edilerek âdeta tarihten silinmeye çalışılan “Kürdistan” kavramının Osmanlı’daki kullanımı üzerine odaklanmaktadır.
Dört yüzyılı aşkın bir zaman diliminde Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Kürtler Osmanlı nüfusunu oluşturan Müslüman halkların önemli bir unsuru oldu. Bu yüzden klasik ve modern dönem Osmanlı kaynaklarında Kürtler başta olmak üzere onların yoğun olarak yaşadığı Kürdistan hakkında çok fazla bilgi ve belge bulunmaktadır.
Ne var ki Osmanlı devletinde merkeziyetçi zihniyetin oluşumu İttihat Terakki uygulamaları ve 1925 sonrasındaki Türkiye Cumhuriyetinin resmi söylemi Kürdistan ifadesini kademeli olarak hafızalardan silmiş ve böyle bir adlandırmanın Osmanlılar devrinde hiç olmadığını, kullanılmadığını ispat etmek için türlü ayak oyunlarına başvurmuştur. Anılması büyük risk taşıyan bu kavram özellikle sosyal bilimciler, akademisyenler ve Cumhuriyet entelektüellerinin büyük bölümü tarafından görmezden gelinmiştir. Bu yerleşik tavır halen devam etmektedir. Sözgelimi resmi tarihin önde gelen isimlerinden Tuncer Baykara Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş (1988) adlı kitabında tıpkı İstiklal Mahkemeleri adlı eserinde olduğu gibi kırk dereden su getirerek Osmanlı Devleti’nde ilk fetih yılları hariç hiçbir zaman Kürdistan diye bir idari terimin olmadığını savunmaya çalışmaktadır. Yine Ali Emiri Efendinin 1918 yılında kaleme aldığı Osmanlı Vilayât-ı Şarkiyyesi adlı kitabının Abdülkadir Yuvalı ve Ahmet Halaçoğlu tarafından 2008 yılında Latin alfabesine çevrilişinde de Ali Emiri Efendi tarafından çekincesizce kullanılan Kürdistan isminden duyulan rahatsızlık yazılan bir dipnota şöyle yansır: “Ali Emiri Efendi kitabında yer yer Kürdistan coğrafi ismini kullanmıştır. Önemine binaen bu terim için bir açıklamada bulunma zorunluluğu hissettik. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, Kürdistan ismine ne antik dönemde, ne de İslam coğrafyacılarında rastlanılmamaktadır. Bu türk devrinde ortaya çıkan bir terimdir… Kürdistan terimi Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyayı da ifade etmemektedir. Zira o yıllarda “Ekrad” olarak isimlendirilen ve göçebe olarak yaşayan Kürt aşiretlerinin böyle bir ülkeye ad verebilecek özellikleri yoktu.” İnkar dilinin akademik dünyayı nasıl çürüttüğünün ufak bir göstergesi bu durum. Peki neden bu terimden bu kadar çekingen akademi dünyası? Kuşkusuz bunun böyle olmasında terimin Cumhuriyetin istisna rejiminin zirveye çıktığı 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı sonrasında bu terimin potansiyel bir muhalefet zemini oluşturmasından duyulan endişe hâlinin kriminalize edilmesinin büyük bir etkisi vardır.
ANADOLU’NUN GENİŞLEMESİ KÜRDİSTAN’IN SİLİNMESİ
Osmanlı Kürdistanı adlı derleme çalışma Kürdistan kavramının 1925 öncesinde hem Osmanlı entelektüel dünyasında hem de bürokrasisinde yaygın olarak kullanıldığını anlatan ve bu yöndeki yazı ve belgelerden oluşan önemli bir kitap. Osmanlı zihin dünyasının Kürtlerle ve Kürdistan’la ilişkilerinin başlangıç yıllarından merkezileştirme siyasetlerinin baskın olduğu modernleşme sürecindeki sindirme ve inkâr politikalarına değin meselenin ana hatlarını makalelere ve belgelerle ortaya koyarak güncel tartışmalar için sağlam bir arka plan sunuyor.
Yavuz Sultan Selim’in Kürdistan’daki Safevi faaliyetlerini engellemek amacıyla İran şahı Şah İsmail üzerine yaptığı sefer aynı zamanda bu coğrafyanın Osmanlılar nezdinde de önem kazanmaya başladığının bir göstergesidir. On altıncı yüzyılın ilk çeyreğine rastlayan bu döneme değin seferlerini daha çok Batıya yapan Osmanlılar bu tarihten itibaren yüzlerini Doğuya dönmüş/dönmek zorunda kalmış ve buraya da seferler düzenlemeye başlamışlardır. Çaldıran Savaşı’nın ardından Diyarbekir, Mardin, Urfa, Rakka ve Musul gibi önemli Kürt şehirlerinin büyük kısmı Osmanlıların egemenliği altına girmiştir.
Osmanlılarla Kürt emirleri zaman zaman karşı karşıya gelmiş olsalar da müttefik olma durumunu on dokuzuncu yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden sonra Kürdistan’a gönderdiği İdris-i Bitlisi’nin çalışmaları sonucunda yirmi beş Kürt Beyi Osmanlı egemenliğini kabul etmiştir. Bu dönemde kurulan Diyarbekir Eyaleti üç değişik sancak tipine ayrılmış ve uygulama ufak tefek değişiklikler haricinde on dokuzuncu yüzyıla kadar devam etmiştir.
1808-1839 yılları arasında Osmanlı padişahı olan II. Mahmud döneminde imparatorluğun merkezileşme ve modernleşme sürecine girmesinin ardından Osmanlı’nın klasik yapısı değişmeye başlamış ve değişiklik Kürt emirleri ile Osmanlı Devleti arasında şiddetli çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1817’de başlayan çalışmalar 1847 yılında Bedirhan Bey isyanının bastırılması ve Kürdistan Eyaletinin kurulması ile sonuçlanmıştır. Kurulan bu eyalet Diyarbekir Eyaleti, Van, Muş, Hakkari sancakları ile Cizre, Bohtan ve Mardin kazaları birleştirilerek oluşturuldu ve devletin resmi gazetesi Takvim-i Vakayî’de 5 Muharrem 1264 (14 Aralık 1847) tarihinde yayımlanan ve “Kürdistan’ın yeniden fethi”nden söz eden bir tebliğatla halka duyurulur. Eyaletin başına eski vezirlerden Esat Paşa atanmış ve eyaletin merkezi Van, Muş ve daha uzun bir süre ise Diyarbekir olmuştur. Eyaletin varlığı 1868 yılına kadar devam etmiş fakat eyaletin ortadan kaldırılmasının sebebine ilişkin olarak herhangi bir belge bulunamadığından bu eyaletin neden lağvedildiği konusu boşlukta kalmayı sürdürmektedir.
Kürdistan Mamuretülaziz’le birleştirilerek Diyarbekir Eyaleti olduğu bu tarihten sonra Osmanlı idari yapılanmasında Kürdistan adlı bir idari birimle karşılaşılmamıştır. İdari bir birim olarak kullanılmasa da Kürdistan ismi insanlar arasında yaygın olarak kullanılmış ve zamanla siyasi bir mahiyet kazanmıştır. Nitekim Kürt milliyetçiliği ile ilgili yayınlarıyla bilinen ilk Kürt gazetesinin adı bundan dolayı Kürdistan’dır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yazılı kültürel malzemelerde yaygın olarak kullanılan Kürdistan kavramı devletin uygulamalarından dolayı zamanla Şark, Şark Vilayetleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dönüşür. Kürdistan’ın idari ve siyasi bir birim olarak kaldırılmasının ardından Osmanlı’nın son yıllarında Osmanlı Vilayât-ı Şarkiyyesi veya sadece Vilayât-ı Şarkıyye şeklindeki kullanımlar Cumhuriyet devrinde tümüyle tedavülden kaldırılmıştır. 1925 yılında uygulamaya sokulan Şark Islahat Planı ile Türkleştirme siyasetine hız verilir. 8 Aralık 1925’te Maarif Vekaletinin yayımladığı “Türk Birliğini Parçalamaya Çalışan Cereyanlar” başlıklı bildiri ile Kürt, Laz, Çerkes, Kürdistan ve Lazistan adlarının kullanılmaması ve bu konularda mücadele edilmesinin gerekli olduğu vurgulanır.
Artık başka isimlerle birlikte Kürdistan ifadesi önce eğitim kitaplarından çıkarılmış ardından da hafızalardan ve tarihten silinmeye çalışılmıştır. Buna paralel olarak Anadolu tanımının değişmesi ve coğrafi olarak kapsamının genişlemesi mümkün olmuştur. Bu konuda Namık Kemal Dinç şunları ifade ediyor: ” Bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan tüm coğrafyayı(Trakya bölgesi hariç) tanımlamak için kullanılan Anadolu adı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde çok dar bir idari birimin(eyalet) ve tarihi coğrafyanın adına karşılık gelmektedir.”
Osmanlılar döneminde yüzyıllarca eyalet olarak varlığını sürdüren Anadolu on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren siyasi konjonktüre bağlı olarak kendisine yeni anlamlar yüklenen bir coğrafi birim haline gelmiştir. Can çekişen bir devlet olarak Osmanlılar çağın değişen paradigmasına ayak uydurmaya çalışırken zamanla karşısına çıkan ulus devlet seçeneğini gündemine almış akabinde ise homojen bir ulus ve toprak parçasının yaratılması bir zorunluluk olarak görülmüştür. Osmanlı elitlerinin ve aydınlarının bu dönemden itibaren Anadolu’yu yeniden keşfetmeleri ile Türk’ü ve Türklüğü keşfederek sahiplenmeleri aynı siyasal bağlama denk gelir. Bundan dolayı önceden özel bir anlam ifade etmeyen Anadolu ve Türklük on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendisine büyük anlamlar yüklenen iki “kurucu” sembol olmuştur. Kuşkusuz Anadolu irat ve orduya insan sağlama bakımından önemliydi ama bu kurucu bir önem arz etmiyordu. İstanbul seçkinleri Anadolu’yu cahil ve göçebe insanların yaşadığı bir mekan olarak görme eğilimindeydiler. Kriz zamanlarında bu durum tersine dönmüş Anadolu coğrafi bir birim olarak son dönem Osmanlı bilincine yerleşmiştir. Cumhuriyet döneminde bu bilincin sağ ve sol yorumları bu mekân siyasetini daha da derinleştirmiştir.
KLASİK DÖNEMDEN MODERN ZAMANLARA
Klasik dönemdeki Osmanlı yazılı kaynaklarında Kürdistan adı çekincesiz bir şekilde kullanılır. Osmanlı kaynaklarında Kürdistan’a değinen ilk kaynak Şerefhan Bitlisî’nin 1597 yılında Bitlis’te kaleme aldığı Şerefnâme adlı Farsça eseridir. Bu eser Kürdistan’ı şöyle tanımlar: “Okyanus’tan ayrılan Hürmüz Denizi(Basra Körfezi) kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafını Fars, Acem Irak’ı, Azerbaycan, Küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyinde ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbekir illeri düşer. Bununla birlikte, bu insanların suyundan birçok halk ve kabile, doğudan batıya kadar birçok ülkede yayılmışlardır.”
1640-1655 yılları arasında Kürdistan’ı dolaşan burası ile ilgili gözlemlerini Seyahatnâme’sinde anlatan Evliya Çelebi Kürdistan için “Memâlik-i azîm” ifadesini kullanır. Kürdistan’da altı bin Kürt aşiret ve kabilesi olduğunu belirten Evliya Çelebi, bu aşiret ve kabilelerin oluşturduğu güçlü set olmasa Acem kavminin Anadolu’yu kolaylıkla işgal edebileceğinden de söz eder. Onun bu ifadeleri Osmanlıların Kürtlere vermiş oldukları imtiyazın sebebini anlamayı da kolaylaştırmaktadır. Çünkü o yıllarda Kürlerin tutmuş olduğu taraf Kürdistan’da hakim güç olacak ve Anadolu’nun tümünü egemenliği altında tutabilecektir.
Ahmed Vefik Paşa ise İstanbul’da yayımlanan Lehçe-i Osmanî(1876) adlı eserinin Kürd maddesinde Kürdistan’ı Diyarbekir vilayeti ile Van ve İran’da Sine ve Kirmanşâh ve Loristan ve Şark-ı Irâk arazi olarak tanımlar. Hüseyin Hüsnü ise İcmâl-i Coğrafya(1880) adlı eserinde Osmanlı Kürdistan’ını ayrıntılı olarak tanımlar.
Mehmed Akif gibi Arnavut asıllı bir Osmanlı aydını olan ilk Türkçe sözlük olarak bilinen Kamûs-i Türkî’nin müellifi Şemseddin Sami, 1889-1898 yılları arasında İstanbul’da yayımladığı Kamûsü’l-a’lâm adlı özel isimler odaklı ansiklopedik eserinde Kürtler ve Kürdistan’a ayrıntılı olarak yer verir. Sami Kürdistan’ı şöyle tanımlar: ” Kürdistan: Batı Asya’da, en büyük bölümü Osmanlı imparatorluğunda ve bir bölümü İran’a bağlı olup, orada yaşayan insanların çoğunluğunu oluşturan Kürd halkı adıyla adlandırılmıştır.” Yazar burada Kürdistan’ı biçimsel açıdan üçgene( müselles) benzetmektedir.
Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın özelliklerini anlattıktan sonra Kürtçe ile Farsçayı karşılaştıran Şemseddin Sami, Kürtlerin ekseriyetle Müslüman ve Şafii olduklarını ama içlerinde elli bin civarında Yezidi ile pek çok “Kızılbaş” bulunduğunu belirtmektedir. Kürdistan’da bir miktar Nasturi ve Keldani’nin de yaşadığını belirten Sami, Kürdistan adının idari ve siyasi bir bölümlemeyi ifade etmediğini, bu ismi tarihi ve coğrafi anlamda kullandığını belirtmektedir.
Öte yandan Şemseddin Sami milli bilincin erken tarihli kurucularından biri olarak da öne çıkmaktadır. Kamûsü’l-a’lâm’da coğrafyayı tasnif ederken tümüyle etnik aidiyet ve konuşulan anadili merkeze alan Sami, Anadolu’nun Türk karakterini öne çıkarmaya gayret ederken Müslümanlığa hiçbir şekilde gönderme yapmamaktadır. Abdüllhamit devrinin İslamcılık politikaların öne çıktığı bu yıllarda Şemsettin Sami, Lazları ve Çerkesleri Müslümanlığa hiç atıf yapmamakta hatta Anadolu’nun iç bölgelerinde yaşayan ve Türkçe konuştuklarını varsaydığı Rumları ve Ermenileri “Hıristiyan Türkler” olarak anmaktadır.
İdadi okullarda okutulan ve Koloğası Ahmed Cemal tarafından 1895’te kaleme alınan Coğrafya-i Osmânî adlı kitabın “Kürdistan Kıt’asında Bulunan Vilâyât-ı Şâhâne” başlıklı kısmında Osmanlı yönetimi altındaki Kürdistan coğrafyası tanıtılmaktadır. Resmi mercilerce yayımlanan bu kitap sayesine on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Osmanlı Devleti’nde askeri öğrenciler, Kürdistan’ı tanırlar ve bu coğrafyayı ayrıntılı olarak incelerler. Kitabın yaklaşık yirmi sayfasının Kürdistan’a ayrılmış olması Osmanlılar döneminde bu ifadelerin hiçbir çekince duyulmaksızın rahatlıkla kullanıldığının bir göstergesidir.
Devlet görevinin yanında ilmi çalışmalar da yapan Ahmed Rifat tarafından kaleme alınan Lûgat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye adlı eserinin Kürd maddesinde Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın sınırlarını belirttikten sonra Kürt halkının özellikleri ve o günkü durumu hakkında kısa bilgiler sunar. Yazar Kürdistan maddesinde Kürdistan-ı Osmanî ve Kürdistan-ı Acemî ayrımlarını yapar.
Bunun dışında on dokuzuncu yüzyılda Mehmed Murad -namı diğer Mizancı Murad- tarafından yazılan Tarih-i Ebu’l Faruk adlı yedi ciltlik Osmanlı tarihinde de Kürdistan’la alakalı bölümler vardır. İlk cildi 1907’de yayımlanan bu eserin son cildi 1914 yılında yayımlanmıştır. Eserin adının hikayesi ise şöyledir: Mizancı Murad’ın Ömer adında bir oğlu vardır. Bundan dolayı kendisi Ebu’l Faruk adını alır. Eser oğul Ömer Faruk tarafından neşredilmiş ve büyük bir ilgi görmüştür. Eserin ikinci cildinde Yavuz Sultan Selim’i anlatan bölümünde bulunan Kürdistan’ın Fethi başlıklı bölümü İdris-i Bitlisi danışmanlığında Osmanlı kumandanı Bıyıklı Mehmed Paşa’nın Kürdistan’ı nasıl ele geçirdiği anlatılmaktadır.
Kürtçe ve Türkçe olmak üzere iki dilli hazırlanan Osmanlı Kürdistanı kitabı bunların dışında Kürdistan eyaletiyle ilgili olarak Osmanlı sâlnamelerinde yer alan bilgilerin derlenmiş hâlini kronolojik olarak da sunuyor. Bu nedenle kitap, Kürdistan kavramının dönemin Osmanlı entelektüelleri tarafından kullanıldığını, liselerdeki coğrafya ders kitaplarında “Kürdistan Coğrafyası” başlığı altında onlarca sayfalık bölümler halinde öğrencilere okutulduğunu; Osmanlı Devleti’nin resmi yayınları olan sâlnamelerde “Kürdistan Eyaleti”ne dair birçok kayıt ve bilgi bulunduğunu belgeleriyle ortaya koyan bir hafıza olarak okunabilir.
Osmanlı Kürdistanı, Yayına Hazırlayan: Kürdoloji Çalışmaları Grubu, Bgst Yayınları, 2011,368 sayfa.
Asım Öz / Kültür Servisi / Dünya Bülteni