CİNSİYET FARKLILIKLARI VE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

MEHMET GÜR

Toplumsal cinsiyet eşitliliği, kadınların ve erkeklerin toplumsal yaşamın her alanına eşit katılımları olarak adlandırılır. Her birey doğduğu andan itibaren bir biyolojik cinsiyete sahip olmakla birlikte, bir de kendisine yaşadığı toplum ve aile tarafından biçilen rollerin verildiği bir toplumsal cinsiyete sahiptir.

Cinsiyet, biyolojik yönüyle ele alınırken, toplumsal cinsiyet daha çok toplumun değer yargıları, dini inançları ve kültürü ile ele alınmaktadır. Toplumsal cinsiyet toplumdan topluma, ülkelerin gelişmişlik düzeyine ve zamana göre farklılık göstermektedir.

Her toplumda kadına ve erkeğe biçilen roller farklılaşır. Rol, toplumsal cinsiyet uyarlamalarında bireyin “er” ya da “dişi” oluşunu teşkil etmektedir. Kadınların ve erkeklerin hiç fark etmeden hayatlarını şekillendiren, ev içinde ezen ve ezilen aile ilişkilerinde söz hakkı olan ve olmayan olarak karşımıza çıkan ilişkiler ailenin en belirleyici özellikleridir. Tam da bu noktada geleneksel roller kadın erkek ayrımını ortaya koymaktadır.

Bununla beraber cinsiyet ayrımcılığı, kadına karşı ev içi ve evin dışında cinsiyet eşitsizliğinden doğan bir dayatma halini almaktadır. Bu eşitsizlik sonucu kadının aile içindeki varlığı yok sayılmaktadır. Kadının çocuk yetiştirmedeki etkisi, çocuğun yetiştirilme tarzındaki roller belirleyici olmaktadır.

Aile içi eşitsiz güç ilişkileri çocuk yetiştirmede ki etkisini gözler önüne sermektedir. Bu çarpık şekillenme, kız ve erkek çocuklarının eşit muamele görmesini de olumsuz etkilemektedir. Erkek ve kız çocukları, cinsiyet eşitsizliğinin dayatması sonucu beslenme ve yetiştirilmeleri ile de farklılık göstermektedir.

Ailede kız çocuğu, ailede ve toplumda verilen roller gereği evcimen olarak, erkek çocukları ise özgür bir şekilde yetiştirilir. Çünkü geleneksel ve kültürel roller, kadını güçsüz ve erkeğe ihtiyaç duyan bir varlık olarak görmüştür . Bu tutum kadının, toplumda bir birey olmasını engellerken, söz  hakkının elinden alınması anlamına da gelmektedir.
Ataerkil toplumlarda din , kültür, gelenek, görenek ve pek tabiki toplumdaki feodal yapı kadını kişiliksizleştirirken, erkeği de bir o kadar ağır bir yükün altına sokmaktadır.

Bu durum kadın ve erkek tarafından içselleştirilmiştir. Üstelik biçilen rollerin farkında olmadan, bu roller kadın ve erkek tarafından kabul edilmiştir. Kadın aile içinde bakıcı, temizlikçi, aşçı sıfatlarıyla sömürülürken, erkek ailenin tek sahibi olarak kadını ikinci kez sömüren konumundadır. Erkek ailenin rol modeli olarak etkin kişilik durumundadır.

Kadın, aile içinde kendisine dayatılan görevlerin yanı sıra, toplumda bir kadın olmanın getirdiği ağır yükümlülüklerle de baş etmek zorunda bırakılmıştır. Kadın kendini, sadece yaşadığı eve ve aileye ait hissetmekte ve kendisi için yaşamak diye bir şey olmadığını düşünmektedir. Kadın, aileyi bir arada tutan, ataerkil yapı içinde toplum düzenini sağlayan bir araç olarak kullanılmaktadır.

Toplumsal kurumlar, toplumun varlığının en önemli unsurlarındandır. Geleneklerle şekillenip nesilden nesile aktarılan aile, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin başladığı bir kurum olarakta görülebilir. Çünkü toplumsal sistemin en köklü kurumu olan ailede ilk eğitimimizi alırız. Kadın ve erkek rollerimiz ilk ailede şekillenir.

Aile kurumu toplumdaki tüm kurumları da şekillendirir. Ailede geleneksel olarak, işler ve sorumluluklar cinsiyet gözetilerek paylaşılmaktadır. Aile kurumu zamanla değişime uğramış ancak ortadan kalkmamıştır. Tarihsel süreç içerisinde cinsiyet rolleri ayrımcılığı, iş bölümü sürecinin başlamasıyla farklılık göstermiştir.

Kadın ve erkeğin rolleri değişerek statüleri arasındaki eşitlik bozulmuştur. Kapitalist sistemin ortaya çıkması, insan hakları, feminist yaklaşımlar, demokrasi ve özgürlük gibi modern dünyanın yaşam tarzlarını oluşturan düşünsel ve toplumsal gelişmeler, kadını ve ona atfedilen rolleri değiştirmiştir. Değişikliğe uğrayan aile kurumunda,  kadın aile ekonomisine katkı sunmaya başlamıştır. Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanda erkekler ile eşitlikçi cinsiyet rollerine uygun olarak toplumsal kabul görmeye başlamıştır.

Çalışma hayatına atılan kadın, toplumda silik görüntüsünün ötesine geçerek, varlığını göstermeyi başarmıştır. Cinsiyet eşitliği bağlamında kadının kazanımları önemli bir yer tutmaktadır. Tüm bu kazanımlarla birlikte, ekonomik özgürlüğünü elde eden kadın için toplumsal  sistem aynı baskıyı uygulamaktadır. Ailede sömürülen kadın, iş yaşamında da sömürülmektedir.

Kadın, hem kadın olduğu için hem de çalışan bir birey olduğu için toplumda çifte sömürülmeye maruz kalmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin getirdiği ayrım, varlığını eskisi kadar etkili olmasa da halen devam ettirmektedir. Ayrımcılık, iki cins tarafından da içselleştirilmiş bir ayrımcılık olarak süre gelen zaman içinde değişmeye başlamıştır. Geleneksel yaşam tarzlarının direnmesine rağmen, toplumsal cinsiyete karşı geliştirilen algı, tutum ve rollerdeki değişikliği büyük ölçüde sağlamayı başarmıştır.

Kadın ve Namus

Kadının ailedeki yerini, namus kavramıyla baskı haline dönüştüren eril bir zihniyet mevcuttur. Toplumun kanayan yarası namus, kadınları aşağılamak için yok saymak için eril zihniyetin baskıcı gücünü daha da sağlamlaştırmak için ortaya konan bir kavramdır. Yaşadığımız toplumda, özellikle kadınlara yüklenen namus kavramı, ataerkil yapının bir sonucudur.

Namus kavramı hem erkeğe hem kadına yüklenmiş ağır bir sorumluluk olarak varlığını sürdürmüştür. Böylelikle namus kavramı hem kadının hem de erkeğin yaşamını kısıtlayan kısır bir döngüye dönüşmüştür.
Namus kavramı toplumda, ahlâkî ve insani değerlere gönderme yapmasının yanında, cinsellik ve bekaretle alakalı düşünce yapılarını da barındırmaktadır. Namus kavramı kültürden kültüre farklılık göstermekle birlikte toplumdaki değerlere göre de şekillenmiştir.

Bazı toplumlarda namus kavramı kadının bedeniyle ilişkilendirilmiş ve kadının günlük hayatını sınırlandıran bir yapıya dönüşmüştür. Namusun bekaretle nerdeyse aynı şey olarak görülmesi, toplumdaki değerlerin, algıların, düşüncelerin ve uygulamaların, kadın bedeninin ve cinselliğinin denetlenmesine yönelik olarak değerlendirilebileceğini gösterir. Kadının cinselliğinin bastırılmasında bir araç olarak kullanılan bekaret, erkeğin kadının bedeni üzerindeki hakimiyetinin bir garantisidir.

Kısacası bekaret ve namus kavramları, ataerkil yapı içinde, kadının cinselliğinin bastırılmasının önemli bir aracı olarak inşa edilmiştir. Uğruna cinayetler işlenen, kadının katledilmesine uydurulmuş bir sebep olarak gösterilen namus kavramı toplumun gelişmesinin önünde büyük bir engeldir. Ailede ve toplumda varlığını kabul ettirmeye çalışan kadın, birde hayatta kalma mücadelesi vermek durumundadır.

Kadınlar namus cinayetlerine kurban gitmemek için eril zihniyetle mücadele etmek zorunda bırakılmışlardır. Tarihsel süreç içeresinde kadın, toplumsal cinsiyet eşitliliği, insan hakları, özgürlük gibi en temel hakları için sürekli mücadele etmiştir. Bununla birlikte, kadının erkeğin namusu görülmesi düşüncesi de bir bakıma kırılmaya başlamıştır. Kadınlar eril zihniyete karşı daha güçlü seslerini haykırabilmektedir.

Bilinçlenen kadın toplumu daha ileri götürecektir. Kadın, eril zihniyetin yarattığı sosyal sisteme karşı direnmelidir. Kadın direndikçe güçlenir ve güçlendikçe toplumu daha yaşanılır bir hale dönüştürür. Her kadının söylemesi gereken söz şudur. “Ben bir kadınım ve hiçbir erkeğin namusu değilim”.

Sonuç olarak, toplumda ve aile kurumunda rol ve sorumlulukların dağılımında eşitlikçi bir yapının oluşması için, öncelikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması gerekmektedir. İçine doğduğumuz ailede başlayarak, toplum tarafından kabul gören kadınlık ve erkeklik halleri, toplumsal cinsiyet rollerinin yerine getirilmesiyle yeniden üretilmektedir.

Yine namus kavramının kadının bedeni ve cinselliğiyle eş değer tutulması, ataerkil toplumlarda ki yapının aslında kadını hiçsizleştiren bir yapı olduğunu göstermektedir. Toplumda eşitlikçi bir yaklaşımın desteklenmesi amacıyla siyasi erklerin de eşitlikçi politikalar geliştirmesi ve yaygınlaştırması için çalışma yürütmesi gerekmektedir.

Bu politikaların toplumda etkin rol alması, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması için çok önemlidir. Toplumda kadının göz ardı edilmesini önlemek, ancak toplumsal normların değiştirilmesi ve kadının insan haklarının desteklenmesi ile gerçekleşir. Marx, sınıf mücadelesini açıklarken, kapitalist sistemi ortadan kaldırmak için proletaryanın devrim yaparak iktidarı ele geçireceğini ve eşitlikçi bir yaşamın gerçekleşeceğini savunmuştur.

Bana göre kadınsız devrim, devrim değildir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmak için kadın devrimine ihtiyaç vardır. Kadın, yapacağı devrimle eril zihniyeti ortadan kaldırarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğine son verecektir. Ancak o zaman tüm toplumlar için geçerli “tam eşitlikçi yaşam” söz konusu olacaktır. Simone de Beauvoir’ın ünlü sözüyle noktayı koymuş olalım. “Kadın doğulmaz, kadın olunur”.

Bernamegeh Türkçe / bernamegeh@gmail.com

AYRICA BAKIN

Murat Orkun Çerçi Kimdir Hayatı

Murat Orkun Çerçi, 4 Temmuz 1974 tarihinde İstanbul’da  dünyaya geldi. ilkokulu Fatih/Karagümrük Neslişah ilköğretim okulunda …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!