İSMET PAŞA’DA DÖNEMSEL IRKÇI ANLAYIŞLAR

NACİ KUTLAY

İsmet İnönü yani İsmet Paşa, Türkiye´nin kuruluşunda, Atatürk´le birlikte ve O´nun ölümünden sonra yalnız başına uzun yıllar ülkenin yönetiminde belirleyici olan bir kişiliğe sahipti. İttihat Terakki Cemiyeti üyesi ve bu anlayışta olan Paşa, çok partili yaşama ve demokrasiye geçişte de belirleyici oldu. Kendisine ilişkin sayısız inceleme, anı ve tarihi kitaplar yazıldı. Siyasi görüşlerinden ve eylemlerinden ötürü sevenleri kadar karşıtları da oldu. Demokrat ya da otoriter yanlarını öne çıkaranlar, Türkiye´nin sosyal ve siyasal yapısında milliyetçiliğin ağırlıklı olmasından olacak ki, İsmet Paşa´nın ırkçı görüşlerini yeterince irdelemediler. Paşa da iktidarı kaybettiği 1950´den sonra, eski görüşlerinde israrlı değildi. Göreceli değişmişti. Hatta çok kimse O´na demokrasinin kurucusu gözüyle baktı. Oysa daha önceki yıllarda dönemsel olarak çok açık ırkçı görüşlere sahip olduğu ve bu anlayışların devlet yönetimindeki yönteme yansıdığı da tartışma konusudur. Kanımca Paşa tüm yönleriyle yeniden ve objektif olarak gözden geçirilmeli. Sevenlerinin ve karşıtlarının sübjektif kanaatları bir kenara bırakılmalı. İddialı olmadan gücümün yettiği kadar. İsmet Paşa´nın bu yanına değinmek istiyorum.

Şeyh Sait İsyanı döneminde Başvekil Fethi Okyar´ın ayrılması ile Hükümeti kuran İsmet Paşa 3 Mart 1925´te Meclis´te konuştu. İç siyasete ilişkin söylediklerinden bir bölüm: “… Herşeyden evvel hadisat-ı ahirenin sür´at ve şiddetle itfası ve memleketin maddeten ve manen ifsattan vikayesi ve umumî huzur ve sükûnun muhafazası ve her halde devlet nufuzunun teyit ve tarsini için seri ve müessir tedabir-i mahsusa ittihazını iltizam ediyoruz…” (1) (Mehmet Bayrak. Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadleleri. s.283) (Herşeyden önce son olayların hızla ve şiddetle bastırılması, memleketin maddeten ve manen bozgunculardan korunması, genel huzur ve sükunun sağlanması, her halükarda devlet gücünün egemen kılınması için etkili özel önlemlerin alınması düşüncesindeyiz…)

Paşa, 7 Nisan 1925 tarihinde Sivas Mebusu Halis Turgut´un sorusu üzerine isyan hakkında uzun boylu konuştu ve bilgi verdi: “… Yapılacak şey şiddetle, asla müsamaha etmeksizin behemahal fesadı bastırmaktan ibarettir. En kısa ve en kestirme yol budur…” (2) (Bayrak M. Age.S.289)
İsmet Paşa´nın Şeyh Sait İsyanı´na dair gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı röportajdaki belirleme de önemlidir. “Doğu İsyanı bir irtica idi.” “Silahlı irtica hareketi…” İnönü, hareketi, “…milli bir hareket değil, bir din hareketi” diye niteliyor. (3) (İnönü Atatürkü Anlatıyor. Cem yay. S.25-26) ve (4) (Hatıralar. Bilgi yay. 1985. Cilt 2. S.201)
Başvekil İsmet Paşa, Sivas demiryolunun açılışı dolayısiyle yaptığı açıklama da, O´nun o dönemdeki düşüncelerine ışık tutuyor: “… Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur. Demiryolunun sınıra ulaştığı gün bütün tereddütler bu gerçek karşısında sonuçsuz kalacaktır….” (5) (Milliyet Gazt. 31 Ağust. 1930. No:1636)
Başvekil İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerini kapsayan gezinin sonunda bir “Kürt Raporu” yazdı. Rapor, 21 Ağustos 1935 tarihlidir. Saygı Öztürk Hürriyet Gazetesi´nde raporu 7-10 Eylül 1992 tarihlerinde özetledi.

Ağrı İsyanı dönemine ilişkin İngiliz resmi raporlarında: “… Türkiye-İran sınırı ve bölgedeki aşiretlerden kaynaklanan mahalli isyanlar sorununu Mustafa Kemal Paşa, görüşmeler yoluyla halletmekten yana olmasına rağmen Başbakan İsmet Bey sert tedbirlerle çözmeğe taraftardır….” belirlemesi var. (6) (İngiliz Maslahatgüzarı Helms´in Dışişleri Bakanı Henderson´a yazdığı 6 Ağustos 1930 tarihli rapordan. Düzel A. Politika Gazt. 16 Şubat 1977. S.4)
İ.Tali Öngören, 1. Umumi Müfettişliğine atanırken, Beyazit ili bu müfettişliğin yetki alanı içine alındı. Kendisi de M.Kemal gibi, daha yumuşak yöntemler yanlısıdır. Ekonomik, askeri ve sosyal duruma uygun bir yoldur bu. İsmat Paşa yanlısı gazetelerde İ.Tali Öngören, eleştirilir. Bu görevden alınacağı söylentileri üzerine Yalova´da bulunan M. Kemal Paşa´ya bizzat gider ve görevine devamı konusunda güvence alır. Böylece yerinde kalır. Salih Omurtak Paşa´yı daha genç ve dinamik bulan Hükümet, Ağrı İsyanı´nın bastırılması görevini O´na verir. İsyan bastırıldığında,
İsyan´ın önde gelen yönetici ve önderleri yurtdışına (İran, Irak ve Suriye´ye) kaçtılar. Yakalanan ya da teslim olan yöre aşiretlerine mensup 122 kişi Adana Ağır Ceza Mahkemesi´nde yargılandı. Bunlardan 34 kişi idama mahkum oldu. (7) (Hakimiyet-i Milliye. Ağrı Şakileri Hakkında Karar. 24 Mayıs 1932. S.2)

1934-1935 yıllarında Kürtler yaşadıkları illerde ve yurt dışında, “İskan Kanunu” aleyhindeki propagandalarını şiddetle sürdürdüler. Kürtleri, yaşadıkları yerlerden alıp Batı´da küçük birimler halinde yerleştirme ve Kürt illerinde göçürülenlerin yerlerine Arnavut, Boşnak ve Karadeniz bölgesinden insanlar getirip iskan etme, hoş karşılanmadı. Bu uygulamanın başarılı olacağı ise kuşkuluydu.
Başvekil İsmet Paşa´nın gezisi 1935 yılı yazında gerçekleşti ve bunu kendi imzasıyla 21 Ağustos 1935 tarihli bir raporla Reisicumhur M.Kemal Atatürk´e ve Bakanlar Kurulu´na sundu. Bu raporu inceleme olanağı herkese tanınmadı. Dr. Hüseyin Koca bile, ki kendisi doktora yapan bir emniyet müdürüydü, çalışmalarını sürdürürken raporu elde edemedi. Raporu Saygı Öztürk 7-10 Eylül 1992 tarihlerinde Hürriyet gazetesinde özetledi. Öztürk´ün verdiği “rapor özeti”nden yararlanıyoruz. Buna göre, güvenlik ve azınlık sorunları büyük ölçüde halledilmiş ve Çerkezler de asimile edilmeye çalışılmıştı. 1.Umumi Müfettişlik´ten başka Erzurum´da da 3. Müfettişlik kurulmuştu. Müfettişliklerde işler, istenen şekilde olmasa da fena sayılmazdı. Saygı Öztürk bu yazı serisinde, 7 Eylül 1992 tarihli yazısında, “Kürt siyasetinin temellerini İnönü attı” başlığını kullanıyor. (Rapor son yıllarda kitaplaştırıldı NK.)

İsmet Paşa, Kürt halkının kazanılması için, “sıtma ve trahomdan kırılan” bu insanlara sağlık hizmetleri götürerek yaklaşılmasının altını çizer. Sorunlar ve öneriler üzerinde özellikle durulmakta. Tek parti yönetiminin otoriter yöntemleri rapora egemendir. Merkeziyetçi, disiplinli ve tek elden yönetilecek bir Türkiye özlemi var. Doğudaki Kürtler, Marmara yöresindeki Çerkezler ve Güneydeki Araplar, “Türklük” içinde eritilmeli. Bu ülkü için gereken herşey yapılmalı. İsmet Paşa buna “resmi kültür” demektedir. Umumi Müfettişlerden Hilmi Ergeneli ve kendisinden sonra bölge müfettişliğini yüklenen Abidin Özmen bu politikaları uygulamaya özen gösterdiler. İsmet Paşa raporunda, değişik kökenlerden gelen insanlardan oluşan bir ulus anlayışında değildir. “Irk” deyimini kullanmasa da, rapor tamamen bu anlayışla kaleme alınmış. “Türklük merkezi”, “Türklüğe hevesli Arap” ve “Som Kürt” gibi sıfatlarla bu yöre kentlerini, isim vererek dile getirmektedir. Bu bölüm şöyle: “… Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır. Zaten Kolordu merkezi ile beraber Umumi Müfettişlik (Genel İnspektörlük) merkezi olması, büyük bir zabıtan ve memurlar kadrosu vücuda getirmektedir. Lise ile beraber her türlü mektebi vardır. Halkevi faaliyete heveslidir ve çok inkişaf ettirilebilir…. Diyarbakır´daki mesken azlığı ve pahalılığı, memur ve subayları sıkıntıda bırakmaktadır. İleride birçok vilayetler için söyleyeceğim gibi, subaylar ve memurların uzak vilayetlerimizde meskenlerini temin etmek, yani bu maksatla inşaat yapmak, hem imar hem de siyasi kudret ve yerleşme vasıtası olarak görülmelidir…

Nusaybin, Cizre gibi kaza merkezlerinin iyi idaresini ve müthiş sıtmadan kurtarılmasını, siyasi bir zaruret görürüm… Siirt, Türklüğe hevesli bir Arap şehridir. Fırka merkezimizdir. Tüccar ve hükümete yakın muti (itaatkar) halkı vardır. Havası gayet iyi olan Siirt, susuz, pis bir trahom merkezidir. ´Som Kürt`le meskun olan bu ilimizde başlıca kuvvetimiz idare merkezilerimiz, memurlarımız ve zabitlerimizdir… Çok kuvvetli idareyi şöyle hülasa ederim: Muktedir idare amirleri hiçbir zaman münhal (boş) yok. Memur ve subayların evleri yapılmış, icabında konulup kaldırılmak üzere özel adliye rejimi, hudut teşkilatı, bitirilmiş ve yeterli yollar vasıtasiyla halkın içine girmek Mutki ve Sason gibi bütün Siirt vilayetinde önemli bir iştir. Şimdiki halde halk daha çok kendi ağaları elindedir. Halkın içine girmek için buralarda seyyar doktorları tesirli bir tedbir olarak göz önüne. almalıyız…” (8)(Dr. Hüseyin Koca. 430-431. Öztürk Saygı, Hürriyet gzt, 8 Eylül 1992, s.7)

Başbakan bu yörelerin Türkiye´nin diğer yörelerinden daha başka bir şekilde yönetilmesini açıklamada sakınca görmemektedir. Yasalar, Anayasa, eşitlik, hukuk devleti ve insan hakları İsmet Paşa´nın aklına bile gelmiyor. Bölgede “Özel Adliye Rejimi”nin kurulmasını gündemleştireceğinin işaretlerini veriyor. Kafasındaki tek konu “resmi kültür” ve buna uygun sosyal değişimlerdir. Özlenen bu köklü değişimlerin gereği olan toprak reformu ve sanayileşmenin adı bile anılmaz. Bitlis´li olduğu sık sık yazılan İsmet Paşa´nın, bu kentin nasıl “devlet tedbiri ile bir Türk merkezi olarak durduğu”nu rapore ettikten sonra, gereken yapılmazsa, buranın “bir Kürt köyü”ne dönüşeceğini yazıyor. Kafasındaki şekillenmeler hep “Türk” ve “Kürt” farklılığıdır. Politikasını bunun üzerine oturtmak istiyor.

“… Bitlis, Hizan ile Mutki arasında suni olarak daima devlet kuvveti ile vücuda getirilmiş bir Türk şehri, Türk merkezidir. Yine ancak devlet tedbiri ile bir Türk merkezi olarak durabilir. Bırakılırsa az zamanda bir Kürt köyü haline gelmesi ve bu suretle Mutki, Hizan, Şirvan, Garzan mıntıkalarının Türkçe işitecekleri bir yer olmaksızın birer kütle oluşturmaları muhtemeldir. Bitlis olmasaydı bizim onu yaratmamız icap ederdi…

Bu muhazaların neticeleri şudur: Bitlis´i kuvvetli bir merkez olarak, bir Türk yuvası ve kalesi halinde tutmalıyız. Bitlis halkı etrafındaki Kürt mıntıkaya hulül etmeye alışkındır. Onların bu hassası, Türk kültürü için bize bulunmaz bir yardımcıdır. Etrafındaki bir iki kaza ile Bitlis vilayetini sür´atle iade etmeliyiz. Eğer ufak bir endüstri merkezi yapabilirsek, iptidai maddelerin toplanma ve pazar yeri olarak Bitlis, Türk kültürü etrafında çok müessir olacaktır. Bu halde Bitlis, kuzeyden veya güneyden kültürel veya siyasal yayılmaya karşı esaslı bir müdafaa nokta-i istinadı (dayanak noktası) kalır. Bitlis´in tarihi, bu vazife için emniyet vericidir…” (9)(H.Koca Hükümetlerin Doğu- Güneydoğu Anadolu Politikaları. S. 432.)

Gazeteci yazar Saygı Öztürk´ün de dikkatini çekmiş, üstün ırk ve asimilasyon baş sorundur. Kürtlüğün asimilasyonu için Bitlis gibi önemli merkezler kurulmalı. Muş, Bulanık ve Malazgirt yerleşim birimleri de bu amaçla yeniden düşünülmeli. Bunlar da İsmet Paşa´nın raporunda var. “… Muş üç-dört bin nüfuslu ufak bir kasaba, hükümet konağı yarım, vilayet merkezi olarak yeni canlanıyor ve ümitle bekliyor. Toprağı çok mümbit olmakla şöhreti olan bir buçuk milyon dönümlük Muş ovasının Ermeni köyleri boş, tedricen Kürtlerle dolmakta, ovanın şurasında burasında sazlıklar artmakta… Bulanık bir kaza merkezidir. Yeniden bir Türk şehri olarak düşünülmüş, her taraftan ele geçen muhacirler yerleştirilmeye çalışılmış. Bin beş yüz kadar nüfus oldukça münbit ve sulak bir arazide didinip durmaktadır.

Birbirinden üç beş sene farkla gelmiş üç tabaka muhacir vardır. Çıldırlılar, Ahilkelekliler, Erivanlılar. Hemen hepsi hallerinden ve hükümet memurlarından şikayetçi iki senedenberi orada bulunan kaymakam asabi, namuskarane iş gördüğünü anlatıyor. Gelen parayı muntazam olarak dağıtmaktan hesap vereceğini söylüyor. Halk düşkün, feryatlı, henüz araziler mal olmamış. Çayırlıklar fena taksim edilmiş. Şikayet ederler… Malazgirt kadar bitkin ve fena yer, güçlükle tasavvur edilebilir. Halbuki buranın da yeni ve temiz bir Türk şehri olarak kurulması bizim için pek kiymetli olacaktır….” (10)(H.Koca 433, S.Öztürk Hürriyet 8 Eylül 1992, S.7)

İsmet Paşa, Suriye mandateri olan Fransızların Kürtleri Türkiye karşıtı olarak kullandıklarından şikayet ediyor. “… Suriye´yi muhafaza edebilmek Fransa´nın başlıca kaygısıdır… Senelerden beri türlü hadiselerden kaçan Kürt ve Arap reisleri, hudut üzerinde yerleşmişlerdir. Saldırgan olan teşkilat, Kürt reisleri ve adamlarıdır. Fransız istihbarat zabitleri, her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmaya muktedirler. Fransızların Kürtleri kullanma hevesine mukabil biz de Arapları iyi muamele ile elde tutabiliriz… İyi olan Mardin (merkez) ve
Midyat gibi yerlerin Türklüğe hevesli olmalarıdır. Buralarda herkesi yeni Türk soyadlarıyla kaynaşmaya arzulu buldum. Hristiyan Gıldaniler (Keldaniler) çalışkan, muti ve yerlerinden çıkarılmamaktan başka bir kaygı içinde değiller. Burada kuvvetli ve iyi idare ile beraber unsurları hükümete yakın ve sıcak tutmak yoluna gitmeliyiz…” (11)(Agg. 7 Eylül 1992)

Dikkat edilirse, dönemin başbakanında, aynı yöredeki, Kürt olmayan Hıristiyan ve Müslüman halkları Kürtlere karşı bir denge unsuru görme anlayışı var. Kuşkuları daha çok Kürtlere karşı.
Doğu ve Güneydoğuya özel bir yönetim uygulayan İsmet Paşa, normal adli sistemi yetersiz bulur ve bu yöreler için “Özel bir Adliye Rejimi” düşünür. “… Doğu illerinde tatbik edilmek üzere, özel bir Adliye rejimi, kanun ile tayin olunacaktır. Böyle bir proje bilhassa Birinci Umumi Müfettiş´le birlikte hazırlanacaktır. Adliye memurları üzerinde Birinci ve Üçüncü Umumi Müfettişlerin kat´i salahiyetleri olacaktır. Umumi Müfettişlerin alelumum sivil devlet memurları üzerindeki sicilleri, asıl mahiyeti haiz olacaktır…” (12)(Agg. 10 Eylül.)

Paşa´yı en çok düşündüren konu, Dersim´e uygulamak istediği yeni acil, sert ve özel yöntemlerdir. Bir kolordu komutanı Dersim´i yönetecek ve emekli subaylar memuriyetleri yüklenecekler. İdam kararlarının yargıtaya gitmesine gerek görülmeden, askeri komutanın onayı yeterli olacaktır. Dersim´e karşı giderek artan bir sertlik yanlısıdır İnönü. “… Dersim Vilayeti´ni yeni usulde teşkil edeceğiz. Muvazzaf bir Kolordu Komutanı vali ve üniformalı muvazzaf zabitler kaza kaymakamları olacaktır. Bulundukça mütekait zabitler (emekli subaylar) tali memuriyetlere tayin olunacaktır… İlbaylık (valilik) dairesi bir kolordu karargahı gibi fakat maksada elverişli olarak teşkil olunacaktır ve asayış, yol, maliye, ekonomi, adliye, kültür ve sağlık şubeleri olacaktır. İdama kadar adli infaz ilbaylıkta bitecektir. Adliye usulu basit, hususi ve kesin olacaktır… İlbaylığın muhakeme etmek üzere Dersim haricinden istediği yerli alakalılar veya yatakları, ilbaylığa göndermeye devlet teşkilatı mecburdur…” İsmet Paşa, Kürt bölgelerine Balkan göçmeni ve Karadeniz halkı yerleştirmek istiyor. “… Van, Muş ve Erzincan ovaları Kürt yayılmasına açıktır. Van ve Erzincan´dan acele olarak. Muş Ovasına tedricen, bir de Elazığ Ovası´nda kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız… Yalnız Erzincan ovası için, Dersim´in islahından sonra karar vereceğiz…. Şarkta iskan kaynağı başlıca Karadeniz halkıdır. Bu yüzden Karadeniz´den getirdiğimiz ilk göçmenleri memnun etmeliyiz…” (13)(H.Koca. 438. Agg. 10 Eylül 1992.S.7)

Paşa´nın, Kürtlerin okumamışı mı, yoksa okuma yazma bileni mi daha çabuk eritilir? konusunda kuşkuları var. Bu konuda karar veremiyor. İkirciklidir. Bu durum rapora yansıyor.”…Kürtlere okutma yapılıp yapılmayacağı şimdiye kadar bir politika olarak mütalaâ edilmiştir. Bu politikayı halk biliyor. Biz bundan hiç istifade edemediğimiz halde mahzurunu çekiyoruz. Daha Türk köylerindeki mektepleri yapamamışken ve en nihayet yüzde ona varmayan okutmada bir hususi siyasayı halkın diline düşürmekte hiçbir fayda yoktur. Sonra, ilk tahsil için okutmakta faydamızın daha yüksek olduğu mütalâasındayım. Kürtleşmiş ve kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok müessir vasıtadır. Memur yetiştirecek büyük müesseseler cenupta (güneyde) yoktur. Orta mektebe girecekler içerisinde Kürtlerden de müracaat eden olursa, onları da reddetmemeliyiz…” (14)(Agg. 10 Eylül 1922.S.7)

Geniş yetkilerle donatılmış Umumi Müfettişler Başbakan İsmet Paşa´nın önerilerini uygulamaya koydular ve bunda kusur etmediler. Buna da “Resmi Kültür” adı verildi. Yaşam, zorluklarını da birlikte getiriyordu… İsmet Paşa, bir taraftan sertlik önerirken, yurt dışına kaçmış Kürtlerin ve Osmanlı İmparatorluğu´nun yıkılışı ile kurulan yeni ulus-devletlerin karşıt eylemlerini önlemek için, eski yurttaşları olan bu Kürtleri de yurda çağırıyordu. 1928 Af Yasası ile evlerine dönenlerdi bunlar. Başbakan İnönü raporunda, Türk olmayanlar için “Düşman unsurlar” deyimini kullanıyor.(15)(Agg. 7 Eylül 1992, S.7)

İnönü, Kürtlerin asimile edilmesinde Türk Ocakları´na büyük görevler düştüğüne inanıyor. Türk Ocakları 2. Kurultayı 23 Nisan 1925´de Ankara´da yapıldı. Şeyh Sait İsyanı bastırılmıştı. 26 Nisan 1925 günü Kurultay delegeleri Hamdullah Suphi ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Gazi Mustafa Kemal Paşa´yı ve Başbakan İsmet Paşa´yı ayrı ayrı ziyaret ettiler. Bu ziyarette İsmet Paşa delegelere Şeyh Sait İsyanı nedeniyle milliyetçiliği öne çıkaran bir konuşma yaptı:
“… Sizi bir Ocaklı kalbiyle selamlamış olmaktan bilistifade birkaç söz söylemek isterim. Bunu gerek dahilde ve gerek hariçte söylemek için artık vehim edecek bir noktai endişemiz yoktur. Milliyet yegane vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…” (16)(Vakit Gazt. 27 Nisan 1925.No:2632) Bu beyanatta
herşey açıktır. Tek amaç var. O da Türk milliyetçiliği. Ne var ki, her kelimesi “üstün ırk” ve “yayılmacı” bir milliyetçilik kokuyor. Kendisini de Türk Ocaklı görüyor İsmet Paşa, eskiden içerde ve dışarda söylemekten çekindiği bir amacı artık açıkca söylememek için bir neden yok diyor. “İçte”ki neden ortadan kaldırılmıştır.

Bunun da “Kürtler” olduğu açıktır. Paşa´nın ne demek istediğini çocuklar bile anlar. Dışarıda da “nokta-i endişe” yok artık. “Türk unsuru” dışındakilerin etkileri -tesirleri- söz konusu değildir. Tek birleştirici bağımız “milliyetçilik”tir. İsmet Paşa, Türk ve Türkçü olmayanları “kesip atacağız” diyerek kanlı baskıların geleceğinin işaretini veriyor. İnsan o günün koşullarında “Kürt endişesini” ortadan kaldırdığına inanan Paşa´nın aklından neler geçtiğini çok iyi okuyabiliyor.
Konuşmanın Şeyh Sait İsyanı ile bağlantısı açıktır. Irk esasına dayanan bir Türkçülük öne çıkarılmıştır. Nitekim iki gün sonra, 29 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yazar Mehmet Asım bunu dile getirdi.

“… itiraf etmek lazımdır ki, Türk ve Türkçülük siyaseti bu defa olduğu kadar hiçbir zaman vuzuh ve serahatle ifade edilmemiştir. Hiçbir zaman hiçbir devlet ve idare adamı tarafından Türkçülük prensibinin bu kadar kuvvetle ortaya konulmadığını belirten Asım, bu konuşmanın `tarih-i millimizde mühim bir merhale´ olduğunu belirtmektedir…” (17)(Mehmet Asım, Türkçülük Siyaseti, Vakit Gazt. 29 Nisan 1925. Aktaran; Dr. Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları.1912-1913, Ötüken Yay. S.293, Dipnot: 273)

Şeyh Sait İsyanı sonrasında, bölgedeki temizlik hareketini Miralay Mustafa Muğlalı yönetti. Sertlik yanlısı ve acımasız bir subay olarak tanınıyordu. İsmet Paşa´nın beğendiği ve yakınında olan Muğlalı, orgeneral olunca, 1943 yılında Özalp´lı 33 Kürt kökenli yurttaşı kurşuna dizdirdi. Buna engel olmak isteyen Birinci Müfettişi Umumi Avni Doğan´a Muğlalı, “Yukarıdan emir aldım” diyerek dönemin Cumhurbaşkanı İsmet Paşa´yı adres gösterdi. 1950´de iktidarı kaybeden İsmet Paşa, daha sonra yargılanan Muğlalı´yı kurtarmada, tüm çabalarına karşın başarılı olamadı.
Türk Ocakları´nın çalışma yöntemlerini ve sloganlarını faşist İtalya´dakilerle benzerlik kuranlar, bunu tartışma konusu yapamadı. İsmet Paşa daha miralay iken 1917 yılında 2320 nolu üye olarak Türk Ocağına yazıldı. (18)(Sarınay Y. Age. S.134, Dipnot:61)

Esasında Türk Ocakları´nın 1912 tarihli nizamnamesinin 2. Maddesinde “amaç” belirtilirken, “Türk ırkı”nın kemali açıkca dile getirilmiştir.
“Cemiyetin maksadı, akvam-ı İslamiye´nin bir rükn-ü mühimi olan Türklerin milli terbiye ve ilmi, içtimai, iktisadi seviyelerinin terakki ve ilasıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmaktır.” (19)(Sarınay Y. Age. S.137)
İsmet Paşa´nın amacı homojen bir Türk toplumunun yaratılmasıdır. Anılarında daha ılımlı bir şekilde yazdırdıysa da Doğu´ya Karadeniz halkından insanlar getirip yerleştirdiğini ve Kürtlük iddiasında bulunan Cemil Paşazadeler´in aslında Türk olduklarını söyler. Yıllar sonra yine kafasındaki şekillenme “soy” sorunu olmalı.

“… O zaman, galiba 1935-36 senelerinde olacak, Birinci Umumi Müfettişlik Muş cıvarına, Van ve Diyarbakır bölgelerine muhacir getirdik, yerleştirdik…” (20)(İnönü İsmet. Hatıralar. Bilgi Yay. Cilt 2, S.270)
“… Vaktiyle Türkiye´den Suriye´ye iltica etmiş olan eski siyasi cereyanların başları, mesela Cemil Paşazadeler gibi bir takım kimseler, Cumhuriyetin ilk zamanlarında her vesileden istifade etmeye kalkışmışlardır. Bunlar Milli Mücadelenin zaferi ile beraber Suriye´ye geçmişlerdi. Aslında Türk aileleri olan bunlar, feodal bir sistemden gelmişler, köylerinde bulunan halkın hakimiyetini devlet nezdinde siyasi şekilde değerlendirmeye alışmışlardı…” (21)( İnönü İ.Age. S.271)

Şevket Süreyya Aydemir, İsmet Paşa´yı anlattığı “İkinci Adam”ın 1. Cildinde, Paşa´nın yeniden başbakanlığa getirilişini ve isyanı bastırdığını dile getirirken, durumu değerlendirir. İsmet Paşa´nın bu göreve getirilişi biraz da şu cümlelerde gizlidir: “… İstiklal Savaşı sırasında isyanların olmayışı, Doğu Anadolu´nun Ermenilere verildiği, yahut verileceği endişesinden geliyordu. Eğer Ermeniler gelirse, gerçi toptan imha edilirdi. Ama Kürtlere de sorulacak hesaplar vardı ve ağalarla şeyhler, bunu gayet iyi biliyorlardı…” (22)(Aydemir Ş.S. İkinci Adam, 1. Cilt. Remzi Kitabevi. S.299)
Ş.S.Aydemir de Şeyh Sait İsyanı´ndan sonra, “temel islahata, bir sosyal yapı değişikliğine” gidilmemesini, “yalnız askeri müdaheleye ve idari islahata saplanma”sını eleştirir. (23)(Aydemir Ş.S- Age. S. 311)

İsmet Paşa´nın ulus ve ırka ilişkin görüşlerini anlamağa çalıştığım ve bu nedenle böylesi eserleri yeniden okuduğumda kendi kendime soruyorum: Acaba o günün koşulları mı Paşa´yı böyle davranmaya itti, yoksa O´nun düşünce yapısı mı böyleydi?
Örneğin, küçük toprak mülkiyetinin egemen olduğu yerlerde ağa ve beyler yoktu. Ama devlet bu kez sayısı sınırlı ağa, bey ve şeyh yerine “Kürt kökenli vatandaş”la uğraşmak zorunda kalmayacak mıydı? İsmet Paşa ve dönemin
yöneticileri bu konuda ne düşünüyorlardı? Bilinmiyor. Paşa, bu Kürtlere arka çıkacak yapıda mıydı? Yoksa bu Kürt ağa, bey ve şeyhlerini Batı illerine sürmek mi gerekiyordu? Bunlara okumuş Kürtler de eklenecekti. İsmet Paşa ve hükümetlerinin ikinci yolu seçmeleri bir devlet politikası haline getirildi. Bu eylemde Paşa´nın düşünce yapısı önemli bir rol oynadı. Durup dururken, Fethi Okyar´ın yerine başvekil yapılmadı. Hep askeri ve idari müdaheleler mi düşünüyordu?

İsmet Paşa´nın siyasi yaşamında sık sık dile getirdiği 1924 Anayasası´nın yanında, neden 1921 Anayasası´ndan söz etmedi? Bir rastlantı olamaz diye düşünüyorum. Daha liberal ve demokratik olan 1921 Anayasası vilayetlere “kısmi bir muhtariyet” tanıyordu, oysa 1924 Anayasası daha otoriter ve merkezci bir yapının temellerini atıyordu. Katı milliyetçi ve ırkçı diyebileceğimiz bürokratlar 1921 Anayasası´nı görmezden geldiler ve anılmasını bile istemediler.
İsmet Paşa´nın bu düşüncelerinde önce Faşist Musolini, ardından Nazist Hitler yönetimlerinin etkileri oldu mu? Stalin´in otoriter yönetimi örnek alındı mı? Tüm bu faktörler ciddi bir çalışmanın konusu olabilir.

Bana ilginç gelen bir konu daha var. İnönü´nün okuduğu eserleri ve söylemlerini araştırdığımızda, Ziya Gökalp ve Abdullah Cevdet´in isimleri çok geçmez. Oysa biri Türkçülüğün, diğeri Batıcılığın ve aydınlanmacılığın babası sayılabilecek iki Kürt. Herkes etkilenmiş. Mustafa Kemal Paşa da, ama, İnönü o denli değil. Rastlantı mı acaba?
İsmet Paşa, Kürt feodalitesine karşı olurken, bu arada Kürtlere de mi karşıydı? Neden kökenleri aynı olan bu insanları birlikte ve ayrımsız gördü? Feodal unsurları karşıya alırken, Kürtlerin çoğunluğunu aynı kefeye koyma, kolayına mı geldi? İzlenen bu yolun seçiminde Türk milliyetçiliğinin ırkçı yanının etkisi var mıydı? Öyle ya, topyekün asimilasyon yerine neden sosyal reform ve çözümler düşünülmedi? Koşullar mı uygun değildi, yoksa düşünceler mi?

Kürtlerle ilgili uygulamaları düşünününce, İsmet Paşa´nın düşünce ve ruh yapısının büyük bir etken olduğunu hesaba katmak kaçınılmaz oluyor. Irkçılığı da içeren bu milliyetçilik O´na “Varlık Vergisi”ni uygulatmadı mı? 12 Aralık 1942 tarihinde çıkarıldı yasa. İsmet Paşa Cumhurbaşkanıydı. Tek Parti´nin Tek ve Milli Şef´inin onayı ve düşüncesi alınmadan böylesi çağdışı, ırkçı ve şoven bir yasa çıkarılabilir miydi? Ülkemiz bugün de Varlık Vergisi aybını yaşıyor. Aynı düşünceleri paylaşan İsmet Paşa ve Başbakan Şükrü Saracoğlu bu yasanın baş mimarlarıdır. Suçu Saracoğlu´na yükleyenler, ne yapsalar da Paşa´yı aklayamazlar.
“Türk Kültürü” dergisi milliyetçiliği incelerken Haziran 1964 tarihli 20. sayısında İsmet Paşa´nın bir cümlesini altbaşlık olarak kullanmış.

“… Bu memleket Türkiye´dir. Burada yaşayanlar Türktürler, Türk vatanperverliği ve milliyetçiliği bu memleketin idaresinde, mukadderatına müessir ve hakimdir…” (24)(Agd. S.1) Kabul etmek gerekir, bu ifade tarzı 1925´teki söylemlerinden içerik ve anlam olarak değil, ama, söyleyiş biçimiyle daha yumuşatılmıştır diyebiliriz.
Değişik zamanlardaki ifadelerine bakınca, İsmet Paşa´nın Osmanlı Devletinin son dönem yapısına ait nitelikleri, Cumhuriyet´in gelişim yıllarında sürdürmek istediği görülür. Doğan Avcıoğlu´nun belirttiği gibi, fetihçi Osmanlı Devleti bu anlayışa devamlılık kazandırması için güçlü orduya ve onun doğal sonucu olarak “merkezci” ve “otoriter” yönetime gereksinim vardı. Bu ikisini de İsmet Paşa´nın uslubunda görmekteyiz. Herşeyi “asker”le ve “merkez”den halletmek. Özellikle de Doğu ve Güneydoğu politikasında.

Mustafa Muğlalı olayı Meclis´te görüşülürken, Çankırı Milletvekili Kenan Çığman söz alır:
“… Muhterem arkadaşlar, bendeniz, şahidi bulunduğum bir vaka dolayısıyla huzurunuzu işgal etmiş bulunuyorum. Muğlalı´nın muhakemesinin cereyanı sırasında fakültede asistanlık yapıyordum, kendilerini Çerkeş´ten tanıdığım için görüşmeye gittim. Kendisinden bu mesele hakkında izahat rica ettim. Anlatışları gerçekten vazıh değildi, fakat anlatışlarına göre, çıkan mana, yukarıdan emir aldığı şeklinde idi.

Mustafa Muğlalı dedi ki, ben nihayet bir ordu kumandanıyım. Hudutda vukua gelen bir kaçakçılık hadisesinde neden dolayı adamları öldüreyim?
Mustafa Muğlalı, bu hadisede seni göreyim, diye emir veren, işi yaptıran zata iki defa mektup yazdım, müdafaa için tevessül edin diye, cevap vermedi dedi. Bunun kim olduğunu öğrenmek istedim, anladığıma göre bana ´İnönü olduğu manasını verdi` ve öyle anladım ki, doğrudan doğruya Reisicumhur olarak İnönü, bunların imhası için emir vermiştir. Tahir Taşer arkadaşımız, burada konuşurken Mustafa Muğlalı´nın, Vali ve Emniyet Amiri´nin yanında efendim, bunları harcayıverin, dediğini söyledi…” (25)(TBMM ZC. Devre 10, 2 Cilt, 13/1. TBMM Matbaası, Ankara 1956, S.383-398. Aktaran Beşikçi İ. Orgeneral Muğlalı Olayı. Otuzüç Kurşun. Belge Yay. 1991. S.28)

17 Ağustos 1956 tarihli Vatan gazetesinde yer aldı: “İnönü, Hesap Vermeye Muktedirim Dedi… CHP Genel Başkanı bu vahim hadise CHP iktidarı zamanında mahkemeye verilerek neticeye bağlanmıştır. Mesele 1950´den beri tekrar tekrar tetkik edilmiş ve tahkikat mevzuu bulunamamıştır.” dedi. Anımsatayım, 1950´de Demokrat Parti iktidara geldi ve Van´ın Özalp ilçesinde 33 vatandaşın yargılanmadan öldürülmesi için emir veren Orgeneral Mustafa Muğlalı Olayı´nı yeniden Meclis´e getirdi. Yukarıdaki beyanattan da anlaşılacağı gibi, İnönü, “zaman aşımı” ve “1951 yılı Af Kanunu” nedeniyle yapılacak bir işlem olmadığı görüşündedir. Ancak, Adliye Vekili Cemil Bengü´nün 21 Ağustos 1956 tarihli Yeni İstanbul gazetesindeki karşı beyanatı şöyledir: “… İnönü´nün kendisini Mürür-ü Zaman ve Af Siperlerine Gizlenerek Müdafaaya Çalışmaması Lazım Gelir. Bakalım, Bu Siperler Müdafaasını Temine Kafi Gelecek mi?…”
İlginçtir, TBMM´nin kurduğu “Tahkikat Komisyonu”nun uzun raporunda şöyle bir bölüm var: “… Nitekim Özalp olayından sonra Erzurum´a gelen Reisicumhur İsmet İnönü´nün herkesin huzurunda, ´ Muğlalı Doğu´nun kralıdır, ben O´nun burada bulunması sayesinde rahat uyuyorum` diyerek Muğlalı´nın arkasını okşamış olmasının bir anlamı vardır…” Yine raporda, Muğlalı´nın kızları ve avukatının İsmet Paşa´nın olaydaki rolunu dile getirdikleri yer alıyor. Tahkikat raporunda İsmet Paşa´yı ilgilendiren iki bölüm daha:
“…F- Muğlalı´nın avukatı Hamit Şevket İnce´ye şu sözleri söylediği sabittir: ´Ordu içinden seni seçtim. Doğu´daki eşkiyalığı önle. Senin gibi demir bir adam oraya giderse o havaliye salah gelir, ne yaparsan yap, ben varım arkanda.` Hamit Şevket İnce´nin ifadesine göre bu sözler o zamanın Milli Şefi tarafından Muğlalı´ya çekilmiş vatanperverane bir nutuktan başka bir şey değildir.
G- Muğlalı´nın kızlarının ´babamıza bu işi yaptıranlar meydana çıksınlar` diye israr etmelerinin bir anlamı olması gerekir.
H- Muğlalı, ´bana bu işi yaptırana iki kere yazdım. Cevap bile vermedi` diye bir ifadede bulunmuştur.
Gerçekten, Muğlalı´nın Reisicumhur İsmet İnönü´ye 19.2.1949 tarihli bir mektubu ile 26.9.1949 tarihli bir tel yazısı dosyalarımızda bulunmaktadır…”

İsmet Paşa´ya yakın olan Şükrü Saracoğlu, başbakan olduğu 1942 yılında şöyle diyor: “… Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türklük bir kan meselesi, bir o kadar da vicdan ve kültür meselesidir…” (26)(Berberoğlu Enis. Önce Ötekiler. S.10) Türklüğü “kan” meselesi yapan Başbakan, Cumhurbaşkanı İsmet Paşa´nın düşünce yapısını hesaba katmadan bunları söyleyebilir miydi? Hem de Tek Parti ve Milli Şef´in her yönüyle egemen olduğu günlerde. Saracoğlu´nun sözleriyle İsmet Paşa´yı sorgulamak doğru değil, ama, aralarında bir eğilim beraberliğini de görmemek saflık olur.

1932 Nisanında Başbakan İsmet Paşa Sovyetler Birliği´ni ziyaret etti. Sovyetler Birliği´nin parti diktatoryası değişik halkarı baskı altına alırken, karşıtlarını “milliyetçilk”le suçladı. Stalin´in sık kullandığı bir suçlamaydı milliyetçilik. Ekonomik gelişme ve güvenlik sorunları bu otoriter yönetimle sağlanıyordu. İsmet Paşa bu konumdan etkilenmişti. Moskova gezisinin ardından bu konuda uyum sağladığı Recep Peker´le bir parti diktatoryası kurdular. Atatürk´e güvenip yönetimlerini sürdürürken “Türk” ırkından olmayan gruplara baskı uygulandı. Doğan Avcıoğlu bunu değişik bir şekilde de olsa dile getirdi. (27)(Avcıoğlu D. Milli Kurtuluş Tarihi 1838-1995. S.680-81) İsmet Paşa Sovyetlerin kültürel gelişmelerinden çok etkilenmişti.

Lozan Barış Görüşmeleri´nde Kürtlerin konumu yeniden İsmet Paşa´nın huzuruna gelir. 23 Ocak 1923 günkü toplantıda Lord Curson, TBMM´deki Kürtlerin yaşadıkları illerin milletvekillerinin konumunu sorar. “… Halk oyuyla seçilmiş tek bir milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclisin çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir…” İsmet Paşa Curson´u yanıtlarken bu milletvekillerinin kökenlerini söz konusu bile etmedi. O günün koşullarına uygun, her anlama çekilebilen cümleler kullandı: “… TBMM Türk halkının gerçek ve serbestçe seçilmiş temsilcilerinden meydana gelmektedir…” (28)(Tunçay M. Türkiye´de Tek Parti Yönetiminin Kurulması´1923-1931` S.40, Alıntılandığı yer Meray S.L. Lozan Barış Konferansı. S.369)

İsmet Paşa, Şeyh Sait İsyanı´nın dinsel karşı devrim olduğuna inanırken, Reşit Galip ise harekete milli bir başkaldırı gözüyle bakıyordu. Reşit Galip Bey, CHF´nda İsmet Paşa´yı eleştirerek bunu dile getirdi. (29)(Asım Us´tan aktaran Tunçay M. Age. S.129)
Şeyh Sait İsyanı´ndan sonra, İsmet Paşa´nın Başbakan olduğu dönemde, İsmet Paşa ve hükümetinin tutumundan cesaretle, o doğrultuda kitap ve yazılar yayınlandı. Günümüzde yadırganan bu yayınları şimdi kimse tartışmaya değer bulmuyor. Herşey katı bir milliyetçiliğe, Türkçülüğe endekslendi. Örneğin: Kasım Tevfik Kumandanoğlu 1 ve 8 Kasım 1928´de “Genç Düşünceler” dergisinde “Hazret-i Muhammed´e Açık Mektup” başlıklı yazıyı yazdı. İslamiyetin yerine “milliyetçilik” ikame edilmek isteniyor. 15 Ağustos 1929 tarihinde “Uyanış” degisinde Refik Ahmet, “Allahı da Sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabetlerimiz fabrikalardır…” başlıklı makaleyi yazdı.

Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi´nde 1V+247 sayfalık bir çalışma var. Adı, “Din yok, milliyetçilik var.” Yazarı, IV. V. ve VI. dönemlerde Samsun Milletvekili olan Em. Kurmay Subay Ruşeni Barkur´dur.(30)( Tunçay M. Age. S.230) Din dahil tüm kurumları milliyetçiliğe ve bununla da ırkçılığa varan Türkçülüğe uyumlayan bir anlayış yaşandı. Bu dönem Başbakan İsmet Paşa´nın en güçlü olduğu yıllardır. Atatürk´ün yakın arkadaşı İsmet Paşa, döneme damgasını vuran anlayışın koordinatörü ve yürütücüsüdür. Herşey bu karakterdeki milliyetçiliği, Türkçülüğü güçlendirmek içindir.
2 Mart 1923 günü TBMM. toplantısını General Ali Fuat Cebesoy yönetmektedir. Rauf Orbay Başbakan ve İsmet Paşa da Dışişleri Bakanı olarak Lozan Barış Görüşmeleri´nde temsilcidir.

Lozan´ın gündeminde karmaşık ve yoğun sorunlar var. Özellikle de Musul Sorunu. İsmet Paşa´nın Musul´u savunamadığı kanısı var. Bu nedenle çok sıkıştırılıyor. Rauf Orbay da güçlük çekiyor. Meclis´teki uzun görüşmeler hareretlidir. Diyarbakır Milletvekili Zülfi Bey (Tigrel) Lozan Görüşmeleri´nde danışmandır -müşavir-. Musul konusundaki görüşmelerden sonra yurda döner. Bazılarına göre istifa etmiş ve ardından sorun olmasın diye istifasını geri almış. Meclis´teki konuşmasında Zülfi Bey, Musul görüşmelerinde “sıkıldığı”nı ve “hasta”landığını söyler. Ancak Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey´in -daha sonra Topal Osman tarafından öldürüldü- sorularına yanıt vermek zorunda kalır:
“…- Ali Şükrü Bey (Trabzon)- Yani Musul için taraftar değildiniz değil mi?
Zülfi Bey (Diyarbekir)- Evet ben değildim. (Bravo sedaları) Paşa Hazretlerinin vicdanlarına havale ediyorum. Öyle değil mi Paşa Hazretleri? Ben istememki Musul kalsın, sona kalan dona kalır. Memleketimizin nısfı gitmiş. Biz buraya gelmeyip de o mesuliyet Hükümetin üzerinde kalsaydı, böyle bir şey olmazdı. Çünkü Meclisi Ali müdahele ettiğinden dolayı böyle birşey olmazdı…” (31)(TBMM Gizli Celse Zabıtları. C.4. Türkiye İş Bankası Yay. S.90)

Bu konuyu aktarmamın nedeni: Siyasi tartışmalarda söz konusu olan; o dönemde M.Kemal ve İsmet Paşa başta olmak üzere günün Hükümetinin, nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt olan Musul Vilayeti´nin elde edilmesiyle sorunların artacağı, Kürt sorununun daha da kapsamlı olacağı endişesiyle gereken çabanın gösterilmediği, İngilizlerle savaş olasılığı öne çıkarılarak geçiştirildiği şeklindedir. Bu davranış, dolaylı da olsa, İsmet Paşa´nın milliyetçilik anlayışını bir ölçüde yansıtıyor.
İsmet Paşa´nın Başbakan olduğu 1936 yılında CHP´nin Beyazit(Ağrı), Van, Bitlis, Muş, Hakkari, Siirt, Mardin, Diyarbekir, Urfa, Elazığ, Tunceli ve Bingöl illerinde örgütü yoktu. Bütün bu illerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu´da ve Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı iller olması ilginçtir. (32)(Koçak Cemal. Türkiye´de Milli Şef Dönemi ´1938-1945` İletişim Yay. C.1 S.157-58)

Cumhuriyet´in ilk yıllarında “Kürt isyanları” dediğimiz başkaldırıların olduğu bu yörelerde devletin tek partisi olan CHP´nin örgüt kurmamasının bir anlamı olmalı. Başbakan ve Parti yürütücüsü İsmet Paşa bu durumu onaylıyor. Bu yalnız İsmet Paşa´nın değil, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve dönemin üst düzey yöneticilerinin sorunudur. Cemil Koçak da bunun “özel bir politika” olduğu sonucuna varıyor. Yerel yöneticilerden kuşku söz konusu olmalı.
Alman ırkçılığının geliştiği Nazi döneminde İsmet Paşa Hitler´e değişik zamanlarda yakınlık duyduğunu iletti.
Almanya´nın Ankara Büyükelçisi Von Papen, 22 Aralık 1941 tarihli raporunda, İnönü´nün Almanya´nın askeri başarılarına sevindiğini yazdı. Türk halkının bu zafer günlerinde değil, kötü günlerinde de Hitler´in yanında olduğunu iletti. (33)(Koçak C. Age.S.612)

22 Haziran 1941 günü Almanya Sovyetler Birliği´ne saldırdı. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, Başbakan Şükrü Saracoğlu ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, öylesine sevindiler ki, neredeyse sarılıp öpüşeceklerdi. Faik Ahmet Barutçu anılarında, saldırının ertesi gününde, Meclis´in durumunu, çok canlı anlatır: “… Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, gülerek, ´savaş bir haftada bitmezse çok ayıp olacak` diyordu…” (34)(Barutçu F.A. Age. S.206-211)
Alman saldırısından bir gün sonra, Cumhuriyet gazetesi, “…Atatürk´ü Anlayan Tek Şef” başlıklı yazıda, bunun da Hitler olduğunu yazıyordu. (35)(Cumhuriyet Gzt. 22.6.1941) Basın da Milli Şef´in görüşlerini biliyordu. Irkçı anlayış gerekeni yaptı ve 4 Mayıs 1942´de Anadolu Ajansı, 26 Yahudi kökenli görevlinin işine son verdi. (36)(Koçak C. Age.S.650)

İsmet Paşa´nın çevresindeki Turancıların sayısı giderek arttı. Turancıların devletin bazı kademelerinde kadrolaştıkları ve Batı´lı Demokrasi Cephesi´nin savaşı kazanacağı belli olunca, Mayıs 1944 tarihinde duruma müdahele edildi.
29 Mayıs 1939 CHP Kurultayı´nda yine Kürtlerin yoğunlukta oldukları Ağrı, Bingöl, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van illerinden delege yoktur. Parti örgütü olmayan illerdir bunlar. Tek Şef´in döneminde, Devletin Partisi içinde bile örgütlenmeye tahammül edilmiyor. Bu yıllarda da gelenek bozulmamış. Eskiden örgütlenmesine olanak tanınmayan Elazığ ve Muş bu kez örgüte sahipler. Esat Öz, ´Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım` adlı eserinde, bu konuya değinirken, merkezci anlayışın yerel istem ve yöneticileri kontrol altına almağa özen gösterdiği vurgulanır. (37)(Öz E. Age.S.186-88)

İsmet Paşa´nın Partisi 1943 seçimlerinde bile Ağrı, Bingöl, Bitlis, Erzincan, Mardin, Siirt, Tunceli, Urfa ve Van illerinde milletvekili seçimi için yoklama yapmadı. Buna Orta Anadolu´daki birkaç küçük ili de eklemek gerekir.
Varlık Vergisi daha kabul edilmeden önce, Maliye Bakanlığı´ndan gönderilen bir talimatla, vergi yükümlülerinden Müslüman olanlar için (M) ve gayri Müslimler için de (G) harfleriyle işaretlenen gruplar ayrımı yapılması istenmişti.
Şimdi dürüstçe eleştirirsek, bu uygulamadan İsmet Paşa´nın haberi yok muydu? Bu ayrımı düşünenler, Paşa´nın bunu onayladığını bilmiyorlar mıydı? Bu, ırkçı milliyetçi bir davranış değil mi? (G) grubundan olanlar ekmeğe muhtaç kılınırken, (M) grubundakilerden vergi ya hiç alınmadı ya da çok az bir ölçüde alındı. Türk olmayan (G) grubundan insanlar istenen vergiyi ödeyemeyince Aşkale´de çalışma kamplarına gönderildiler. Yeni kuşaklar bunu bilmez. Müslüman olan eski Yahudiler de var Türkiye´de. Bunlar da eklendi ve Dönmeler grubu (D) oluştu. Bunların vergileri de Hıristiyan ve Yahudilerden az, ama, Müslümanların (M) iki katı olacaktı. (38)(Ökte Faik. Varlık Vergisi Faciası. S.59-85)

Bu bilgileri, yasayı uygulayan dönemin İstanbul Defterdarı Diyarbakır´lı Faik Öke´nin yazdığı kitaptan alıyoruz. Ticaret yapan yabancı uyruklular da Ecnebi (E) grubundandı. Ne var ki, bunlar kendi vatandaşımız gayri Müslimlere oranla daha korumalı konumdaydı. Gayri Müslim demek, uygulamada “gayri Türk”ün diğer ifadesiydi.
Eski İstanbul Defterdarı Faik Öke´nin kitabı çok ilginç örneklerle doludur. Herbiri bir facia… Çalışma yerinde, Aşkale´de 29 kişi öldü. Türkçü, milliyetçi basın Varlık Vergisi´ni destekledi. Başbakan ve basının bir bölümü yasayı, “Devrim Kanunu” diye övdü.
Nadir Nadi, anılarında uygulamanın asıl amacını şöyle anlatır:
“…Oysa kulaktan kulağa fısıldanan, hatta yüksek sesle anlatılan özel gerekçeye göre, bu kanun, piyasayı, azınlık unsurlarının egemenliğinden kurtarıp, Türklere açmak gibi, (….) bir ikinci amaç daha taşıyordu…”
Evet Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saracoğlu böyle düşündüler. Ne var ki, onların bu günahına Meclis ve milliyetçi dalga yandaşı herkes ortaktı. Irkçı Alman Nazizmine dost ve hayran olan ırkçı, Turancı Türk milliyetçiliği böyle istiyordu. Buna, Alman ırkçılığının yansımasından güç alan Türk ırkçılığı da diyebiliriz.

Demokrat Parti, 7 Ocak 1946´da kuruldu. Celal Bayar, kuruluş öncesinde, parti programı çalışmalarından çıkan taslağı, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü´ye götürdü. Gereği yoktu, ama, nasıl olsa kuruluş dilekçesinden ve programdan haberi olacaktı. Bayar bunu, tek partili yaşamdan çok partililiğe geçişte bir iyi niyet tavrı olarak yaptı.
İnönü, Kürtlerin yoğunluklu olduğu illerde örgütlenmelerinden yana değildi. Kürtler adına merkezden siyaset yapılması daha uygun olurdu. Gözlerinin açılması ve politik partilerde örgütlenmeleri, tek parti yönetimi döneminde yapılan otoriter ve demokrasi dışı uygulamaları sorgulamaları gelecekti ardından. İsmet Paşa´nın damadı Metin Toker yazıyor:
“… İnönü, bir görüşmelerinde Bayar´a bir teklifte bulunur. Derki:
´Hudut bölgelerimizde ve doğuda parti teşkilatları kurmayalım. Siz kurmayınız, biz de bizimkileri lağvedelim. Oralar halkı vuruşkan, ateşli kimselerdir. Particiliğin milli birliği bozmasından endişe ederim…`
Şüpheli Bayar derhal pirelenmiştir. Kendi kendine düşünmüştür. ´CHP devlettir. Oradaki teşkilatını lağvetse de varlığını muhafaza edecektir. Halbuki biz, meçhul kalacağız. Onun için, bu teklifi kabul etmemeliyim.`
Nitekim, doğunun zaten özel kanunlarla yönetildiiğini söylemiş, doğululara bu yeni hayat tarzına da ´başka sınıf vatandaş` muamelesi yapılmasının doğru olmayacağını, bunun onları üzeceğini belirtmiş, fakat oralarda partililerin dikkatli davranabileceklerini hatırlatmıştır.

İnönü, ´Peki` demiştir…” (39)(Toker M. Demokrasimizin İsmet Paşa´lı Yılları. 1944-1973. Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950. Bilgi Yay. S.103)
Bu anlayışta iyi niyet var mı? Irkçılık ve ırkçı milliyetçilik değil mi bu? Damat Metin Toker´in deyimiyle; “…Memleket böyle günler yaşadığı için Milli Şefin mahzurlu saydığı her şey Türkiye´de yasaktır…”
Kurtuluş Savaşı önderlerinden Rauf Orbay da anılarında Şeyh Sait İsyanı dönemini anlatırken, “Fethi Bey şiddet yanlısı değilim” dediği için düşürülüp yerine İsmet Paşa´nın getirdildiğine işaret eder.

Şeyh Sait İsyanı döneminde kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları Kurtuluş Savaşı´nın önde gelenleridir. Lozan Barış Görüşmeleri´nde Başbakan olan Rauf Bey´le, Lozan´da Türkiye´yi temsil eden Dışişleri Bakanı İsmet Paşa arasında gergin günler yaşandı. O da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularındandı ve Mustafa Kemal´in yakın arkadaşı olarak büyük bir karizmaya sahipti. İsmet Paşa Lozan Barış Andlaşmasını imzalayıp yurda döndüğünde, Rauf Bey Başbakanlık´tan istifa etmişti. Ardından Fethi Bey´in Başbakanlığı ve Şeyh Sait İsyanı günlerinde artık İsmet Paşa Başbakandır. Rauf Bey, anılarında, ününe ve geçmişine bakılmayarak polisce nasıl izlendiğini, sorguya çekildiğini ve Kürtlükle ilişkilendirildiğini anlatır:
“… Ertesi gün ben Polis Müdürlüğü´ne celbolunuyorum ve siyasi kısım erkanı tarafından isticvaba başlanıyorum…” Kürtlükle ilişkisi de sorulur:
“… Kürtlükle alakam; validem cihetiyledir. Validem, Kürt Bedirhan Paşa´nın kızıdır. Fakat bütün hayatımda, hiçbir Kürtlük siyasi cereyanına katılmadım, Kürtlük davası güden cemiyetlere girmiş de değilim. Çünkü ben, ömrüm boyunca zabitlikle yaşadım. Bu vatanda yaşayan bütün ırkların, bir bayrak altında müttehit sarsılmaz birliğinin hizmetkarıyım. Bu camiadan bir kısmı lehine, diğer kısmı aleyhine his, fikir beslemek kat´iyen doğru olamaz kanaatim sağlamdır…” (40)(Orbay R. Age.S.190)

Yahudi kökenli Avukat Moiz Kohen (1883-1961), Munis Tekin Alp ismini aldı. Türkçülüğe katkılarda bulundu ve Tekinalp imzasını kullandı. Başta Yahudiler olmak üzere Türk olmayan tüm unsurların gönüllüce Türklüğü kabullenmelerini ve asimile olmalarını önerdi. Yadırgandı ama, Türkçülerce de örnek gösterildi. İş ve düşünce adamıydı. Düşüncelerini açıklarken, etnik Türk olmayanların Türkleşmelerini savunmada, İsmet Paşa´dan alıntılar yaptı. Doğaldır, Mustafa Kemal Paşa´dan da… Her vatandaşın Türkleşmeyi kabul etmesini gerekli gördü. Geçmişlerini unutup Türk kültürü ile uyum sağlamalıydılar. İsmet Paşa´dan ayrıldığı nokta; Türkleştirmek için şiddet ve baskı yerine uygun ortam yaratılması görüşünde olmasıydı. Uyuma giden yol buydu… (41)(Jacob M.Landau. Tekinalp. Bir Türk Yurtseveri.´1883-1961` İletişim Yay. S.47)

Oysa İsmet Paşa şiddet ve askeri yolları denemişti. Tekinalp ise, “etnik ayrım yapmadan hazmetmeyi” savundu. Ne var ki, ibadetten, okuldan isimlere kadar herşey Türkçe olmalıydı. Ayrılıklardan biri de; İsmet Paşa, işin içine daha çok ırk ve soy faktörlerini koyarken, Türkçü Yahudi Moiz Kohen (Tekinalp) kültürel ögeleri öne çıkarıyordu. Bu nedenle İsmet Paşa, erime yeteneği göstermeyenleri şiddete, baskıya ve bu yolla yok etmeğe eğilimliydi.
Türkleştirmenin bir ölçüde yoluna girdiği yıllardaki nutuklarından birinde, İsmet Paşa; “…Türk olmak için Türk olmayı istemek ve Türk olmayı sevmek kafidir….”der. (42)(Jacob M.L. Age. S.336)
Kurtuluştan sonra ve Cumhuriyet döneminde, M.Kemal Paşa ve İsmet Paşa´nın en önde olduğu yıllarda birlikte ve Atatürk´ün ölümünden sonra İnönü´nün yalnız başına etkin olduğu yönetimlerde, Türk olmayan “unsur”lara şiddet, baskı ve asimilasyon uygulandığında bu eylemlerden birinci derecede sorumlu olanlar hep önemli mevkilerde tutuldular.

– Aşiretlerin iskanı ve göçürülmelerle sorumlu olan Şükrü Kaya, Adliye ve İçişleri Bakanlıkları dahil büyük sorumluluk taşıyan makamlarda bulundu. İsmet Paşa´nın sempatisini taşımasa da hep bu görevlerde tutuldu. Ermeni kırımlarından sorumlu tutularak Malta Adası´na sürüldü ve oradan kaçmayı başardı. Kurtuluş sonrası ve Cumhuriyet döneminin önemli kişilerinden biri oldu.
– Mustafa Abdülhalik Renda, Ermeni göçürülmesinde Bitlis ve sonra Halep Valisi oldu. Ermenilere kötü davrandığına ilişkin çok kanıt ve tanık olduğu iddiasiyle Malta´ya sürüldü. Dönüşte Maliye, Milli Eğitim, Milli Savunma Bakanı ve ardından Meclis Başkanı oldu.
– Daha ikinci derecede birçok Vali ve Kaymakam bu görevleri sürdürdü.
– İlk Dışişleri Bakanlarından Kastamonu Milletvekili Yusuf Kemal Tengirşek de Ermeni ve Rumlara karşıtlığı ile tanınır.
– Tevfik Rüştü Aras, uzun yıllar Türkiye´nin Dışişleri Bakanlığı´nı yaptı. İsmet Paşa ile yıldızları barışık olmasa da bu önemli görevi korudu. Ermeni cesetlerini gizlice yok ettiği için suçlandı. Bu nedenle bir ara tutuklandı.
– İsmail Canpolat, Emniyet Müdürü ve İçişleri Bakanı idi. 1926 İzmir Suikasti´nde idam edildi.
– Diyarbakır Milletvekili Pirinççizade Fevzi Bey, Ermeni kırımı nedeniyle Malta´ya sürüldü, dönüşte Nafia Bakanı oldu.
– Antep Milletvekili Ali Cenani de öyle.
– Karadeniz yöresinde Rum ve Ermenilere şiddet uygulayan ve 1921 Koçgiri Başkaldırısı´nda, Kürt köylerini yerle bir eden Giresun´lu Topal Osman, subaylıkla hiç ilişkisi olmayan bir çetebaşı iken, Çankaya´da Muhafız Alayı´nın başına getirildi, sonra Trabzon Milletvekili Ali Şükrü´yü öldürüp gizlice gömdü ve vurularak yakalandı.
Böylesi kişilerin listesini uzatmak olanaklı. Söz konusu anlayışı sergilemek için bu kadarı yeterli. Elbette bunların sorumlusu İsmet Paşa´dır denemez, ancak, bu dönemin baş sorumlusu olan birkaç kişiden biridir.

İsmet Paşa´nın Lozan Barış Görüşmeleri´nde, Ermeni sorununa ilişkin konuşması daha net ve önemlidir.
“… Türk Hükümeti ve Milleti, istisnasız ve daima ancak sabrı tükendikten sonra cezalandırma tedbirlerine ve aynen karşılık vermeye mecbur kalmış olduğundan, Ermeni unsurunun Türkiye İmparatorluğu´nda uğradığı bütün felaketlerin sorumluluğu tamamen Ermeni unsurunun kendisine aittir…” “Cezalandırma tedbiri”ni anlatırken, Ermenilerin “bağımsız devlet kurma” arzuları ve “tahrikler yapılması”nı konu alan uzun konuşma Seha L.Meray´ın eserinde yer alır. (43)(Meray S.L. Lozan Barış Konferansı. C.1. S.188-200)
Kurtuluş Savaşı başarısından ve barışın imzalanmasından sonra İsmet Paşa böyle bir psikoloji içindedir.
Genç Türkiye´nin kurucuları ve özellikle de daha sonraki yaşamını incelediğimiz İsmet Paşa, Doğu ve Güneydoğu´daki Kürt hareketlerini anlamakta güçlük çektiler. Tarihsel perspektifi öne çıkaran sosyolog ve politikacıdan çok, bir “asker” gözü ile olaylara baktılar. İsmet Paşa, son yıllarında bir ölçüde değişmişti.

Ermenileri dış kaynaklı tahrikler sonunda kargaşa çıkaran insanlar olarak gördü. Kürtler de feodal şeyh, bey ve ağaların güdümündeki “sürü”lerdi. Oysa 1850-1870 yıllarındanberi önce Balkanlarda ve gecikerek, İmparatorluğun doğu bölgelerindeki “muhalefet”in nedenini iyi anlamak gerekiyordu. En geç reaksiyon gösteren Kürtlerin muhalefetinde de, 19.Yüzyıl başları ile 19. Yy. sonu ve 20 Yy. başlarındakiler farklılıklar gösterir. Farklılıkları İttihatçı subaylar anlayamazdı, onlar sadece “zor” ve “şiddet”i biliyorlardı. İsmet Paşa´yı bu çerçevenin dışında tutmak için bir neden yoktu. Üstelik ortamı uygun bulduğu dönemlerde bu nitelik çok belirleyici oluyordu.

Oysa 1856 Osmanlı Arazi Kararnamesi ve 1864 Vilayetler Kanunu ile eşraf da güçlenerek feodal yapının bünyesine taşınıp yeni bir statü yaratmıştı. İsmet Paşa bunu görmedi ve “silah”la bu yapıya şekil vermek istedi. Doğaldır, yapı çağdaş değildi, ancak sosyal ve daha modern önlemlerle yapı değişikliği gerekiyordu. Bunları görememe ayrı bir konu, ama, ırkçı Türkçü anlayışlar, yöneticileri bunları düşünmekten de alıkoyuyordu. Amaç, herşeye rağmen zorla asimile ederek homojen bir Türk ulusu yaratmaktı. Sıkışık dönemlerde yumuşama ve ılımlı kısa bir evreden sonra, düzlüğe çıkınca tekrar baskı ve şiddet yanlılığı yaşanıyordu. İsmet Paşa´nın yaşamındaki düşünce değişimi sürecinde bunu algıladım. Doğaldır, tartışmalı bir konu.

Stefanos Yerasimos´un deyimiyle, “Avrupa´nın simsarı olmaya” çalışan Hıristiyan Osmanlılardaki değişimin Kürtleri etkilememesi düşünülemezdi. Değişimler hep bu süreci izledi. 1877-1878 Osmanlı-Rusya Savaşı´na (93 Harbi) gelindiğinde durum buydu. Ermeni milli burjuvazisi gelişirken, göçebe ve yarı göçebe Kürtlerle yerleşik durumdaki Ermenilerin sağlıksız ilişkilerinde, devlet hep Kürtlerin koruyucusu olmuştu. Türkiye´nin kuruluşunda herşeyin değiştiğini gören Kürt feodal ve eşrafı şaşkındı ve ne yapacağını bilmedi. Böylesi bir durumda ve Ermeni deneyimini yaşayan yönetici önderler için en uygun olanı, aynı sürecin sürdürülmesiydi. Şiddet ve bastırma… Yenilmiş bir Osmanlı Devleti´nin ardından böyle düşünmenin ortamı vardı. Ben İsmet Paşa´yı ve o dönem düşünce yapısını bu çerçevede algılıyorum.

Tartışma konusu olan bir husus da: Doğası gereği, etnik ve dinsel sorunlar içiçedir. İsmet Paşa´nın Şeyh Sait İsyanı döneminde yeniden Başbakan olarak görevlendirilmesinde, kendisinin şiddet yanlısı oluşunun etken olduğu biliniyor. Etnik ve dinsel sorunların karşılıklı ilişkilerini düşünerek, İsmet Paşa´nın laiklik konusundaki hassasiyetinin 1925 İsyanı ve sonrasındaki davranışlarına yansıdığını düşünüyorum. İsyancı Kürt etnisitesinin katı dindar olmaları acaba bu sertlikte rol oynadı mı? Yoksa sadece sertliğin dozunu arttıran bir faktör müydü? Bence bu iki öge de etken olmalı.
İsmet Paşa´da ırkçı görüşlerin en açık olduğu yıllar 1930´lu yıllardır. Birkaç örnek vermem gerekiyor:
“… Benim kanaatimce kahramanlık, milletler arasında birinci sırada yer tutmak için ilk şarttır. Kahramanlık, kanın fıtraten haiz olduğu kudretten gelir. Irkının kahramanlığına Gaziantep güzel bir numune olmuştur…” (Gaziantep Halkevi´nde yapılan konuşma, 26 Eylül 1932. Aktaran Yıldız A. ´Ne Mutlu Türküm Diyebilene` s.221)

“… Arkadaşlar, Türk milleti hakim olmak kudretinde, tabii ve fıtri olan salahiyetinde tarihin ve bugünkü dünyanın tanııdığı en büyük milletlerden biridir. (Bravo sesleri, alkışlar)…. Bu kabiliyet Türk milletinin hususiyetlerindendir. Bizim milletimiz hakim olarak dünyanın herhangi bir milletine karşı zerre kadar maduniyet kabul etmez. (Bravo sesleri, alkışlar)…. Bu memleket Türkiye´dir. Burada yaşayanlar Türktürler. Ve Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde, mukadderatına müessir ve hakimdir. (Bravo sesleri ve şiddetli alkışlar) (Ankara Hukuk Fakültesinde Yapılan Konuşma, 20 Kasım 1932. Yıldız A. Age. s.221)

“… Milletlerin çok mücadeleci ve çok yırtıcı oldukları bir zamanda yeni Türkiye´nin, yüksek, parlak Türkiye´nin istikbaline hükmetmek üzere yetişecek arkadaşlardan büyük hizmetler ve çok yüksek vasıflar beklediğimizi tekrar ederim. Bu vasıflar sizde vardır, kanınızda vardır. Zira bizim milletimiz, milletlerin en büyüğü ve şereflisidir…” (Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi´ndeki Konuşma, 1940. Aktaran Dr. Hikmet Tanyu, ´Atatürk ve Türk Milliyetçiliği`, Orkun Yay. 1961, s.46-47)

Yaşam İsmet Paşa´nın ırkçılığında zaman zaman tereddütler yaratacaktır. Nitekim:
Daha sonraki yıllarda ırkçı Türkçülerin, kendi yapılarına uygun sağcı kültürel, siyasal örgüt ve parti kurup sol nitelikli CHP ve İsmet Paşa´ya karşıt konum almaları, İsmet Paşa´nın söylem ve düşünce yapısına yansıdı. Türkçü ve ırkçı çizgiden uzaklaşarak, “makul milliyetçi” bir süreci yaşattı. Bu nedenledir, “gerçek” milliyetçi ve Turancılar, İsmet Paşa´ya bugün de yakınlık duymaz ve O´nun dönemini içtenlikle kabullenmezler. Elde yeterince zengin döküman var ve konu özellikle incelenmeye değer.

İsmet Paşa´nın Başbakan olduğu yıllarda, İran sınırı bölgesindeki Kürtler, zaman zaman sorun oldular. 1926-1930 Ağrı İsyanı ve Zilan Deresi Olayı bunlardan ikisidir. İran ve Türkiye komşu devletleri, huzursuzluklara neden olmamaları için kendi Kürtlerine baskı yapmaya söz verdiler. İsmet Paşa´nın arzuladığı kadar olmasa da bu söze uyuluyordu. 1934 yılında ise büyük ölçüde istenen sonuca varılmıştı. İsmet Paşa, 18 Haziran 1934 tarihinde, TBMM´nde, İran Şahı´nın Türkiye´yi ziyareti nedeniyle yaptığı konuşmadan bir bölüm şöyledir:
“… Birkaç senedenberi hudutlar cıvarındaki mıntıkalarda asayişi bozmak isteyen bütün unsurlar, her iki tarafta gördükleri ciddi bir siyasetin kudreti karşısında nevmit olmuşlardır. İki memleketin hemhudut arazisi, asayiş itibariyle ve yekdiğerinin saadetini isteyen hissiyat ile gittikçe diğer memleketlere nümune olacak bir sükunet ve bir çalışma havası vücude getirmektedir…” (44)(TBMM Tutanak Dergisi. İ.70; 18.6.1934. C.2. Sf.220-222)
1963 yılında koalisyon hükümetinde Başbakan İsmet Paşa´dır. İçişleri Bakanı CHP´li Hıfzı Oğuz Bekata ve Sağlık Bakanı Yeni Türkiye Partisi Diyarbakır Milletvekili Dr. Yusuf Azizoğlu´dur. Aralarındaki polemikte Bekata, Azizoğlu´nu Kürtçülere yardım etmekle suçladı. İstifalarından sonra Meclis soruşturması açıldı. 24 Ekim 1963 tarihinde, Meclis´te İsmet Paşa da konuştu. Kabul etmek gerekir, Paşa´nın milliyet
anlayışı 1920 ve 1930´ların anlayışından oldukca farklıydı. Uzun konuşması dikkate değer… Birleştiricilik tonu yüksektir.

“… Kesin olarak eminim ki, arkadaşlarımızın milliyet hususunda yapılan imaları doğru veya yanlış anlıyarak büyük bir mesele haline getirmeleri anlaşılan bir şeydir. Cumhuriyet Halk Partisi´nin her ferdinde, Büyük Millet Meclisi´nin her partisinde ve hatibinde; Türkiye´nin, Türk Vatanının bütünlüğü, bütün vatandaşların vatan severliği, Türk Milletinin sadık ve muhterem vasıfları hususunda en ufak bir şüphe izi yoktur…” …Türk Vatanının bütünlüğü, Türk milliyetçiliğinin Atatürk milliyetçiliği tarzında anlaşılması Büyük Millet Meclisinde olduğu, çok şükür vatanımızın büyük kısmında herkes tarafınndan benimsenmiştir…” (45)(TBMM Tutanak Dergisi, B:15. 24.10.1963, O:1, Sf.454-456)
Recep Peker CHP´nin 1935 Kongresinden önce İtalya ve Almanya´ya uzun bir gezi yaptı. Masraftan kaçınılmadı. Bu ülkelerden esinlenerek CHP´ye yeni bir tüzük ve program tasarısı hazırladı. Başbakan İsmet Paşa´ya sundu ve Paşa onaylayıp imzaladı. Kendisine sunulan tasarıya ilişkin, Mustafa Kemal Atatürk´ten naklen, Hasan Rıza Soyak şunları söyler:
“… Başta azası mahdut, fakat kudret ve selahiyeti sınırsız bir heyet tasavvur ediliyordu. Bütün kararları bu ali heyet veriyor; BMM bir şekilden ibaret kalıyordu… Bir kelime ile tam faşizm…” Atatürk tasarıyı inceler; “… İsmet Paşa, Recep´in marifeti olan bu saçmaları okumadan imza etmiş olmalı…” der ve geri çevirir. (46)(Pekdemir Melih. Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük. C.1 S.276. Su Yay.)
Oysa İsmet Paşa´yı tanıyanlar, O´nun iyice okumadan onaylamıyacağını bilirler. Bence, İsmet Paşa, Recep Peker´in bu faşizan görüşlerini doğru buluyordu.

Dr. Naci Kutlay: İsmet Paşa’da Dönemsel Irkçı Anlayışlar, Özgür Politika, 9-12 Kasım 2003.

AYRICA BAKIN

Murat Orkun Çerçi Kimdir Hayatı

Murat Orkun Çerçi, 4 Temmuz 1974 tarihinde İstanbul’da  dünyaya geldi. ilkokulu Fatih/Karagümrük Neslişah ilköğretim okulunda …

error: LÜTFEN KOPYALAMAYIN OKUYUN!