Arif Qurbanî: Umrean’dan Topzawa’ya
Bu söyleşi Soranî Kürtçesiyle yayınlanmış olan Arif Qurbanî’nin “Le Um-Rêanewe Be Topzawa, Hewall
Yayınları, Kerkük 2004” adlı kitapçığından Roşan Lezgîn tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Şêx Husênê Şêx Kake Hemeyê Hezarkanî’ye
Hezarkanî, Anfal Harekâtı’nın en sıcak döneminde Kürdistanlı diğer on
binlerce kadın, çocuk, yaşlı ve genç gibi o da on iki kişiden oluşan
ailesiyle birlikte köyünden esir gibi alıkonuldu. Germîyanlı bu değerli din
ve dünya adamı, bu insanlık dostu şahsiyet, böylesine alıkonulduktan
sonra, daha önce iyilikte bulunduğu çevredeki birçok tanıdık ve dostu
çeşitli yollardan İzzet el-Durri’ye ulaşıp Şêx Husênê Şêx Kake Hemeyê
Hezarkanî’nin serbest bırakılması ricasında bulunur. İzzet el-Durri de, ola ki hayatı boyunca ilk kez cesaret
edip Saddam Hüseyin’den bir talepte bulunarak Şêx Husên (Şeyh Hüseyin)’in
serbest bırakılması gibi bir istekte bulunur. İzzet el-Durri’inin bu teklifi
üzerine Saddam Hüseyin Anfal Harekâtı’nı yürüten 1. Ordu Komutanlığı’na
Şêx Husên’in serbest bırakılması emrini iletir. Saddam Hüseyin’den gelen
telgraf 1. Ordu Komutanlığı’na ulaştığında Kelar, Kifrî, Necul ve Germîyan’ın
bir kısım köylerinden toplanan Anfal kurbanları, toplama kampı olarak
düzenlenen Qoretû’ya nakledilmişlerdi. İşte Saddam Hüseyin’den gelen bu
emir üzerine Ordu komutanı bizzat Qoretû’ya gider. Binlerce Anfal kurbanları
arasından Şêx Husên’i çıkartır. Yapılan görüşmede ordu komutanı Şêx
Husên’e “Başkumandan’ın emriyle serbest bırakıldın. Eşini, çoluk çocuğunu
bırak ve çek git. Geridekileri düşünme, kendin için sevin…” der. Bunun
üzerine Şêx Husên “Bu kadar insanın akıbeti ne olacak? Bunlar hacizlik mal
mı?!” diye cevap verir. Ve “Ben bu şekilde serbest olmayı istemiyorum!” diye
ekler. Ordu komutanı “Seyid el-Reis (Reislerin reisi) emretmiş, seni serbest
bırakacağız” der. Bu kez Şêx Husên “Saddam size emredebilir. Ama ben
kendime Germîyan halkından ayrılmamayı emrediyorum!…” der. Böylece Şêx
Husên serbest kalmayı reddeder. Diğer Anfal kurbanları gibi o da on iki kişilik
ailesiyle Anfal’e uğradı.
Um-Rean: Ebdul Hesen Muhan Murad’ın doğduğu yer olan bu köy Irak’ın
Kut ili Hey ilçesine bağlı ve ilçeye 10 km uzaklıktadır.
Topzawa: Kerkük’ün 11 km batısında Güney Kürdistan’ın büyük bir
köyüdür. Anfal Harekâtı döneminde toplama kampı olarak kullanıldı. Anfal
kurbanları orada grup grup ayrıştırılarak bilinmezliklere yollandılar!… Ve
yine Anfal’e uğrayan gençlerimizin bir kısmı ilk olarak orada kurşuna
dizilerek açılan çukurlara gömüldükleri yerdir. Ve işte, Ebdul Hesen Muhan
Murad’ın tanıklığıyla açılan ilk toplu mezar çukurunun da bulunduğu yerdir.
Başlarken
Daha önceki araştırmalarımız sonucunda Anfal Harekâtı kurbanlarının
genel akıbeti hakkında az çok belli bilgilere ulaştık; Anfal’e uğramış
bölgelerimizin, kentlerimizin durumu biraz aydınlandı. Her bir cildi Anfal’ın
bir yüzünü aydınlatacak olan dört ciltlik bir çalışma tasarlamıştım. Organize
bir şekilde Anfal’e uğrayanların ve yakınlarının ağzından derlediğim bilgilerle
üç ciltten oluşan çalışmamı tamamladım. Dördüncüsü Saddam’ın düşüşünün
sonrasına kaldı. Bu son çalışmayı da Anfal Harekâtı’nın perde arkasında olup
bitenlere ayırmalıydım. Bundan dolayı bizzat Anfal Harekâtı’nda görev almış
olanların, yani cellâtların ağzından, ya da bu harekât hakkında bilgisi veya
parmağı olanların ağzından bazı bilgileri derlemek için çabalıyordum…
Böylece önüme koyduğum böylesi bir çalışma programının bir parçası olarak
birçok arkadaş, dost ve tanıdığımdan eğer bu konuda herhangi bir bilgiye
ulaşırlarsa beni haberdar etmeleri ricasında bulunmuştum. Bundan dolayı,
Irak’ı özgürleştirme operasyonun, yani rejimi, tacı ve tahtıyla birlikte
Saddam’ın devrilmesinden sonra sözünü ettiğim tasarımı yaşama geçirmek
için daha çok çabalamaya başlamıştım.
Ulaştıkları veya duydukları en küçük bir haberi bile bana ulaştırmayı
esirgemeyen bütün değerli dost ve arkadaşlara teşekkürlerimi sunuyorum.
İşte şu anda okuduğunuz elinizdeki bu metin böylesi bir çalışmanın ürünüdür.
Gerçi hâlâ da bilmiyorum ve tam olarak sormadım, acaba bu şahıs gerçekten
nasıl veya kimlerin yardımıyla Yerel Hükümet Başbakanı Dr. Berhem Salih’e
ulaşabilmiş. Anfal döneminde Özel Kuvvetler(Emnîy Xas)’de çalışmış, bizzat
Ali Hasan Mecid’in komutası altında toplu mezar için çukurlar kazmış ve
şimdi de uluslar arası bir mahkemede bu konu hakkında tanıklık yapmak
isteyen Ebdul Hesen Muhan Murad adındaki bir şahsın varlığını ondan
öğrendim. Gerçi Anfal Harekâtı öyle gizlenecek saklanacak bir olay değil ama
bizzat Özel Kuvvetlerde görev yapmış birisinin Anfal olayı hakkında şahitlik
yapması biz Kürtler için çok önemlidir.
Baas rejiminin yıkılışının hemen ikinci haftasıydı. Değerli dostum
gazeteci Stran Ebdula bana telefonla ulaşarak “Bir yere ayrılma, seni de alıp
çok önemli bir iş için birlikte Kerkük’e gideceğiz” dedi. Çemçemal’de onu
beklerken ertesi gün baktım Stran Ebdula ve Bakanlıktan bir yetkili olan
Ebdul Basit çıkageldiler. Birlikte onların otomobiliyle hemen Kerkük’e doğru
yola koyulduk. Yolda Stran Ebdula Dr. Berhem Salih tarafından konunun
araştırılması ve gerekli bilgilerin sağlıklı bir şekilde elde dilmesi, elde edilen
bilgilerin doğru bir şeklide kayıt altına alınması için bir komitenin
oluşturulduğunu bana iletti. Ayrıca, eğer ileride uluslararası bir mahkeme
kurulursa, mahkemeye sunulacak delillerin sağlam bir şekilde elde edilmesi
ve özellikle Arap Âlemi karşısında olayın net bir şekilde açığa çıkması için Dr.
Berhem Salih’in tembihlerini de iletmeyi ihmal etmedi:
Şu aşamada çalışmalar gizli bir şekilde yapılmalı. Çünkü Anfal kurbanlarının yakınları eğer
zamanından önce böyle bir şeyi duyarlarsa korkarım ki bilmeden delilleri
karartacaklar ve böylece şehitlerin hatıralarına kendi elimizle haksızlık
yapmış oluruz!
Üçümüz, yani Bakanlık yetkilisi Ebdul Basit, Başbakanlık Basın
Danışmanlığı’ndan Stran Ebdula ve ben Arif Qurbanî, bu işten sorumlu komite
olarak çalışmalara koyulduk.
İlk kez Kerkük Methef Müzesi’nin bir odasında Ebdul Hesen Muhan Murad
adlı şahısla karşılaştık. Başına sarılı kırmızı kareli çefisi, acı esmer simasıyla
tipik bir Arap’tı.
On iki metrekarelik (3x4m2) küçük bir odada kendisiyle röportaja başladık. Biz
üç kişilik komitenin dışında bir de Süleymaniye Emniyeti’nden Westa
Husên yanımızdaydı. Ben orada bu şahsın gerçekten Anfalcı olduğu ve bir
yolunu bulup Yerel Hükümet’le ilişkiye geçtiği kanaatine vardım. Yaklaşık üçdört
saat kadar odada sohbet ettik. Daha sonra da kalkıp 15 yıl önce
Ağustos ayının bir gecesinde bu adamın ekzkavator ile kazdığı ve üzerini
örttüğü çukura gömülmüş olan kardeşlerimizin yattığı toplu mezarın
bulunduğu yere gittik. Yeri gösterdikten sonra, bir sonraki gün
bu kez kullandığı ekzkavatorle birlikte tekrar aynı yere gelmek üzere geri döndük.
Böylece kendisi ekzkavatorüyle
tekrar çukuru açarken görüntülerini de alabilecektim. Bütün bunlar çok
ilginçti, çünkü tam o zamanlarda ben de bu tür bilgilere ulaşacağımı ve
bunları yazacağımı düşünüyordum. Ama asıl ilginç olanı ise, bu şahsın çok
rahat bir şekilde ekzkavatorün üzerine çıkıp çukuru açmaya başlamasıydı!
Odada konuşurken onun Anfalcı olduğuna inanmıştım ama yüzü tutup
kendi eliyle gömdüğü kadın ve çocuk cenazelerinin bulunduğu bunca toplu
mezarı böylesine rahat bir şekilde gösterebileceğini hiç sanmamıştım. Fakat
sandığım gibi çıkmadı!…
Gördüklerimden başımı taşlara çaldım; kendim için, ulusum için!…
Beş gün üç ekzkavatorle toplu mezarları açtık. Ama tüm çalışmalarımızı
kamerayla kayıt altına alırken, aldığımız karar gereği o günlerde
çalışmalarımızı gizli tutmaya çalıştık. Benim dışımda bu şeref daha sonra
çalışmalara katılan kameraman kardeşlerimiz Hana Qasim, Teha Letîf ve
Heme Elî’ye de kısmet oldu. İki kez de bizim dışımızda bazı televizyoncu ve
haberciler görüntü almak için geldiler. Bunlardan bir kısmı yabancıydı, biri
de bir Kürt Televizyon kanalından gelmişti. Çalışmalarımız sırasında gizli
tutmak kaydıyla onlara da görüntü almaları için izin verdik. Bu vesileyle
verdikleri söze sadık kaldıkları için; aldıkları görüntüleri ve elde ettikleri
izlenimlerini zamanından önce yayınlamadıkları ve basın ahlakı ilkelerine
riayet ettikleri için kendilerine teşekkür ediyorum. Çünkü böylesi bir
uygulamaya tabi tutulmuş ulusumuzun daha fazla mağdur edilmemesi için
elde ettikleri görüntü ve izlenimleri zamanından önce yayınlamamalarını
kendilerinden rica etmiştik.
Dayanılacak gibi değil!…
Ama işte üç oturumda elde ettiğim bu görüşmeyi çaresizlik içinde şimdi
yayımlıyorum.
***
* En başta adınızı alsak?
— Adım Ebdul Hesen Muhan Murad.
* Kaç yılında doğmuşsun?
— 1961 yılında.
* Nerde?
— Kut vilayetinde.
* Kut vilayetinden kastın şehir merkezi mi?
— Hayır, Umrean köyünde. Kut ili Hey ilçesine bağlı bir köy. Orada
dünyaya geldim.
* Köyünüz Hey ilçesinden ne kadar uzaklıkta?
— Yaklaşık 10 km.
* Baban ne iş yapıyordu?
— Babam çiftçiydi. Tarımla uğraşır, sürü beslerdi.
* Okuryazarlık?
— Ben mi?
* Yok, baban.
— Hayır.
* Onlar mı seni gönderdi yoksa sen kendin mi böyle bir işe girmek
istedin, evinizin durumu nasıldı?
— Sıradan bir yaşantımız vardı.
* Aileniz kaç kişiydi?
— Biz, ikisi erkek dördü kız toplam altı kardeş, babamla annem de,
toplam sekiz kişiydik.
* Köyünüzde okul var mıydı?
— Evet.
* Okula gittin mi?
— Evet.
* Diğer kardeşlerin?
— Hayır, onlar okumadı.
Arif Qurbanî: Umrean’dan Topzawa’ya 8
* Niye?
— Köyde mülkümüz arazimiz vardı, tarımla uğraşır, sürü beslerdik.
Köylerde geçim kaynakları bunlar olunca doğal olarak sürü gütmekten, ekip
biçme ile uğraşmaktan çocukların okul okumasına fırsat kalmaz.
* Madem öyle, seni nasıl okuttular?
— Bilmiyorum. Babama sormalı. Ben çocuktum, bir baktım ki okuldayım
ve okuyorum. Diğer kız ve erkek kardeşlerim de okumak istediler sanırım
ama babam okutmadı. Bu durumdan ben değil kendisi sorumludur. Benimkine
gelince, ben okumayı seviyor muydum? Evet, galiba okumayı çok istiyordum.
* Köyünüzde sadece İlkokul mu vardı, yoksa Ortaokul da var mıydı?
— Yok, ne Ortaokulu! Sadece İlkokulun üç sınıfı okutuluyordu.
* Yani, sadece üç yıl mı okul okudun?
— Hayır. Köyüm Umrean’da ilk üç sınıfı tamamladıktan sonra ilçemiz
Hey’e gittim. Orada İlköğretimin geri kalan altı sınıfını okudum. Daha sonra
Lise eğitiminin üç yılını da Hey’de tamamladım. Fakat gerisini getiremedim,
okuyamadım. Çünkü köyden gelip dönüyordum. Masraf ağırdı. Okumak zordu.
Liseyi bitirdiğimde artık okumak için takatim kalmamıştı. Bundan dolayı
geçimimi kendim sağlamak için bir iş aramaya başladım.
* Geçimini sağlamak için nasıl bir iş buldun?
— Ulaştırma Dairesi’nde güvenlik görevlisi, yani polis oldum.
* Ne zaman?
— Bu dairenin kuruluş tarihi 30. 03. 1978’dir. Ben de aynı gün ve tarihte
bu dairede işe başladım.
* Nerde?
— Ulaştırma Dairesi’nde dedim ya, duymadın mı?!
* Sorudan amacım dairenin nerde olduğudur. Yani, Hey’de mi, başka
bir şehirde mi?
— Kut vilayetinde.
* Geçimini sağlamak için ne kadar aylık alıyordun?
— Aylığım 53 dinar idi.
* Böylece geçimini sağladın, sonra?
— Dört ay Kut’ta kaldım. Ondan sonra Ulaştırma Dairesi Genel
Merkezi’nin bulunduğu başkent Bağdat’a tayinim çıktı.
* Affedersin. Daha önce sormalıydım. Hani 1961 doğumluyum dedin
ya, daha sonra da 1978’de koruma görevlisi olarak işe girdiğini söyledin.
Yani işe girerken daha on sekizini bitirmiş olmuyorsun. İşe girmek için
yaşını mı büyüttün, seni nasıl polislik işine aldılar?
— Tahsilliydim. O zamanlar okumuşlar için yaşın fazla önemi yoktu.
Küçük veya büyük fark etmiyordu. İşe alıyordular.
* Bağdat’ta ne zaman kaldın?
— Kaç kez beni başkent Bağdat’a gönderip tekrar geri aldılar. 1980 yılına
kadar bu dairede çalıştım. 80’de daireyi iki kısma ayırdılar. Bir kısmı
yabancılar için “İkamet-Muhaberat” olarak tanzim edildi. Bir kısmı da
“Cevazat Şubesi” olarak düzenlendi. Tayinim bu şubede kaldı. Daha sonra
Erer Vilayeti Emniyet Müdürlüğü Cevazat Şubesi’ne atandım.
* İsteğiniz üzere mi bu şubeye atandınız?
— Hayır, kimin adı nereye yazılmışsa oraya gitmek zorundaydı veya sizi
hangi şehre gönderseler oraya gitmek mecburiyetindeydiniz.
* Ne zaman ve nasıl Emniyet Teşkilatı’na katıldın?
— 1980 yılında. Tayinim Erer Emniyeti’ne çıktığında.
* Erer Emniyeti’nde sana ne görev verdiler?
— Şoförlük.
* Otomobil mi sürüyordun? Özel otomobil mi, emniyet müdürü aracını
mı, daire aracını mı, neyin şoförlüğünü yapıyordun?
— Yok, büyük iş makinelerinin operatörü oldum.
* Büyük iş makinelerinden amacın ne?
— Ekzkavator, loder, greyder, kepçe, dozer…
* Emniyet Kurumunda sözünü ettiğin ekzkavatorler, loderler,
greyderler, kepçeler ne iş için kullanılıyordular ki sen de
operatörleriydin?
— Her iş için, özel işler için kullanılıyordular.
* Özel işler, ne gibi? Biraz bizi aydınlatırsan eğer.
— Üst düzey sorumlularımızın çoğu arazi sahibiydiler. Onların arazi
işlerinde ihtiyaç duyuluyordu.
* Emniyet teşkilatındaki yetkililerin kurumun araç ve malzemelerini
kendi özel işleri için kullandıklarını anlayabiliyorum ama üst düzey
sorumluların ekzkavator, loder, greyder, kepçe ve dozer gibi ağır iş
makinelerine ihtiyaç duyulacak ne tür özel işleri olabilir, bunu anlamakta
zorlanıyorum. Devlet bu tür araçları ne iş için tahsis etmişti ki? Diğer bir
deyişle, acaba devlet bu araçları aslında önemli işler için tahsis etmişti de
ama bazen yöneticiler özel işleri için bu araçlardan faydalanıyordular,
öyle mi anlamalıyız?
— Dediğim gibi, bu araçlar ordaydılar. Her nereye tayinim çıkmışsa bu tür
araçlar tüm emniyet teşkilatlarında her zaman vardı. Artık ne iş için tahsis
edildiklerini, ne amaçla kullanıldıklarını bilemiyorum.
* Bu araçların ne iş için ne amaçla kullanıldığını kimseden sormadın mı
hiç?
— Yok Allah’ıma! Hiç sormadım.
* Yani bu araçların operatörü olduğun halde, böyle bir işte çalıştığın
halde yine de bu araçları ne için kullanıyorsunuz diye hiç soru sormadın,
öyle mi?
— Dedim ya, yöneticilerin arazi işlerinde kullanıyordular!
* İçinde neler döndüğü belli olan Irak gibi bir devletin emniyet
teşkilatında uzun yıllar çalıştın. Nasıl bu tür araçların sadece yöneticilerin
arazi işlerinde kullanıldığını söylüyorsun? Aslında bu tür araçlardan İmar
veya Tarım Bakanlıkları faydalanmalıydı. Yani Emniyet teşkilatı gibi bir
kurumun bu tür araçlarla ne işi olabilir, sadece müdürün arazisinde
kullanmak için mi?
— Yok, sadece bunun için değildi, yani özel… Araçlar Emniyet
Teşkilatı’na aitti. Öncelikle teşkilatın işlerinde kullanılırdı. Bazen de
yöneticilerin arazi işlerinde kullanılırdı…
* İşte ben de bunu soruyorum zaten. Yani Emniyet Teşkilatı’nın
ekzkavator, loder, greyder, kepçe ve dozer gibi araçlara ihtiyaç duyan ne
tür işleri olurdu ki?
— Örneğin, dairelerin bahçelerini düzeltmede, ya da yol yapımında falan
kullanılıyordular. Bu tür işler için.
* Birazcık anlayabildiğimi
hissediyorum! Başka ne tür işler için?
— Her tür işte ekzkavator ve dozer gibi
araçlara ihtiyaç duyuluyordu.
* Sonuçta ne tür işler bunlar, yani?
Bazı örnekler verirsen eğer…
— Örneğin, emniyet dairelerinin bahçelerinde bilinmemesi, gizli
kalınması için özel yeraltı zindanlarını kazmada kullanılırdı. Yani, bu tür
çukurların kazımı için dışarıdan araç getirselerdi gizlilikleri kalmayabilirdi…
* Sen kendin hiç böylesi bir işi yaptın mı? Yani emniyet daireleri
bahçelerinde hiç gizli zindan kullanımı için çukur kazdın mı?
— Sadece bir tek ben operatör değildim ki bütün bu işleri bana
yaptırsınlar! Her bir müdürlükte bu iş makinelerinden bir sürü vardı ve bir o
kadar da operatörleri. Görünen o ki bana yaptırdıkları işleri diğerlerine de
yaptırmışlar.
* Şimdi nerelerde bu tür zindanların kazıldığını ve yöneticilerinizin
emriyle kimlerin bu tür zindanlarda kaldığını rahatlıkla anlatabilirsin
herhalde, ya da bu zindanlardan nerelerde var olduğunu söyleyebilir
misin?
— Evet, çoğu kez dairelerin bahçelerinde ya da şehir dışında, askeri
garnizonların içinde çukur kazdık. Bazen bu çukurlar zindan olarak kullanıldı,
bazılarına da insanları gömüp üzerini kapattık.
* Bu tür iş makineleriyle mi?
— Anlattığım şeyler bu tür makinelerle yapıldı.
* Hepimiz Irak’ta yaşadık. Baas rejiminin uyguladığı acımasız vahşeti
gözlerimizle gördük. Özellikle bu acımasız rejim yıkıldıktan sonra,
bilinmeyen bazı şeyler de artık açığa çıkıyor. Ve binlerce toplu mezarın
var olduğunu da biliyoruz. Binlerce günahsız insan toprağa gömüldü ya da
asıldıktan sonra cenazeleri ailelerine bir daha verilmedi. Rejim bütün
bunları yaptı ve biz de az çok bu tür şeylerden haberdarız. Birçok
mağdur, suçluların kendileri açıklamada bulunup olayların üzerindeki
perdenin kalkmasını ümit ediyor.
İçin rahat olsun, şu anda yaptığın çok değerli ve insani bir şey. Eğer
söylediklerin kayıt altına alınırsa hem vicdanının rahat etmesi hem de
gelecekte halklarımız arasındaki ilişkilere yapılmış bir iyiliktir. Fakat
anlatacakların da bulanıklaştırılmamalı veya tersyüz edilmemeli. Bildiğin
veya bilinmesi gerekli olan her türlü bilgiyi açıklamalısın ki gerçekler
ortaya çıksın. Şimdiye kadar anlattıklarını zaten halk da biliyor, bundan
kuşkun olmasın. Şunu söylüyorum, yani olayların bilmediğimiz detaylarını
bize anlatman…
— Öyledir. Bu rejim zalimdi, birçok şey yaptı. Halktan çok insan öldürdü,
idam etti, öldürdükten sonra da mezar yerine çukurlara gömdü. Benim
yaptığım şey sadece çukur kazmak ve üzerlerine toprağı örtmekti. Sanki
öldürülmüş bunca insanın üzerine toprak örtmek hoşuma mı gidiyordu! Onları
öldüren ben değildim, ben gömüyordum.
* Tabi ki emir altındaydın; verilen emirleri yerine getiriyordun. Ama
şimdi yerine getirdiğin emirleri açıklarsan, bu, insanlık adına büyük bir
iyilik olur. Ve görünen o ki birçok olay pek bilinmiyor, sadece aranızda
kalmış.
— Doğrudur. Aynen öyledir. Bu hükümet halktan birçok insan öldürdü.
Ölülerini de bir yerlerde kazdırdığı çukurlara gömdü ve bizim elimizle
üzerlerine toprağı örttürdü. Sadece Allah bu yerlerin nereler olduğunu bilir.
Öyle görünüyor ki akrabaları aileleri hâlâ yollarını gözlüyorlar!
* Şimdi söylediklerimi tekrarlıyorum. Bilinmeyenleri açıklamakla iyilik
yapıyorsun.
— Evet, evet!
* Kaç yıl Erer’de kaldın?
— İki yıl ve kaç ay.
* Erer’de kaldığın süre içerisinde kaç kişi öldürüldü ve sözünü ettiğin
çukurlara gömüldü?
— Hiç!
* Nasıl yani! Bu, Emniyet Teşkilatı’nın Erer’de kimseyi öldürmediği
anlamına geliyor, öyle değil mi?
— Kardeş, benim görevim halktan birilerini yakalamak, dövmek ve
öldürmek değildi. Eğer birileri hakkında rejim çıkarları aleyhine çalışıyor diye
herhangi bir bilgi veya tespit varsa hemen yakalanıp bu tür zindanlarda
sorgulanır, işkenceden geçirilirdi. Eğer itiraflarda bulunmuşsa bir üst
makama gönderilirdi. Orada ya zindan cezası verilir ya da asılırdı. Yok, eğer
itirafta bulunmamışsa bu kez Bağdat’ta bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne
gönderilirdi.
* Yani sen orada idam ve öldürülmelere hiç rastlamadın, öyle mi?
— İdam, orda infaz edilmiyordu. İşkence altında ölenler hariç tabi. Hayır,
olmadı. Bu daha çok Genel Müdürlükte olurdu. Özellikle İran-Irak savaşı
sonrasında. Ben Erer’deyken daha savaşın başlangıç yıllarıydı.
* Erer’den sonra seni nereye gönderdiler?
— Erer’deyken kaç kez görevli olarak beni Bağdat’taki Emniyet Genel
Müdürlüğü Merkezi’ne gönderdiler.
* Nasıl bir görev?
— Operatörlük işleri.
* İnanayım mı?
Kardeş, ben Allah korkusundan buraya geldim ve Allah’tan korktuğum
için bunları anlatıyorum; insanlık için anlatıyorum. Yalan attığım falan yok.
Yani, Emniyet’te operatör olduğumu söylerken yalan mı atıyorum?
* Affedersin. Erer’de kaldığın süreye gelelim.
— Oradan beni Anbar ili Cevazat (?) Bürosu’na gönderdiler. Ve oradan da
beni 1973 – 1974 yıllarında genel müdürü Ali Hasan Mecid olan Bağdat’taki
Emniyet Genel Müdürlüğü Merkezi’ne gönderdiler. Sonra beni Kut Emniyet
Müdürlüğü’ne gönderdiler. 17. 08. 1988 tarihine kadar orada kaldım.
* Ne zaman evlendin?
— Bağdat’taki Emniyet Genel Müdürlüğü Merkezi’ne tayinim çıktığında
evlendim. Orada kaç ay kaldıktan sonra artık Bağdat’ta kalıp yaşamımı evli
olarak da sürdürebileceğimi anladım. Orada evlendim. Düğünümü tam olarak
15. 03. 1983 tarihinde yaptım.
* Eşinle daha önceden tanışıyor muydun, yoksa Bağdat’ta mı tanıştınız
ve evlendiniz?
— Eşim amcamın kızıydı ama daha öncesinden ne görüşmüştük ne de
tanışıyorduk.
* Eğer amcan kızıysa nasıl oluyor da böylesine birbirinizi görmeyecek
tanımayacak kadar uzaklaşmışsınız?
— Bir zamanlar amcam Bağdat’ta evlenmiş. O Bağdat’ta biz de
Umrean’da. O zamanlar dünya bu günler gibi değildi. Gidiş gelişler o kadar
kolay değildi. Amcam babamla küskündü. Babam, bir zamanlar kardeşinin
malına el koymuştu. Ondan dolayı amcam da göçmüş Bağdat’a gitmişti. Sonra
amcam öldüğünde iki yetim çocuk ardında bırakıyor. Onlar da büyüyüp
evleniyorlar. Bunları duyduğumda bu amcakızlarımdan birisi evliydi ve altı
çocuğu vardı. Ama kocası onu boşamıştı. Böyle olunca da, onu ben nikâhıma
aldım.
* Yani, sen kendisiyle evlenmeden önce eşinin altı çocuğu mu vardı?
— Evet, altı çocuk doğurmuştu.
* Şimdi kaç tane çocuğunuz var?
— Altı çocuk.
* Yani, eşiniz bir önceki kocasından altı çocuk yaptı, sonra altı tane de
sizinle mi yaptı?
— Evet.
* Adlarını ve yaşlarını bize anlatabilir misin? Yani, kendi
çocuklarının…
— Niye anlatamayayım ki? Dört erkek iki de kızım var. En büyükleri kız,
adı da Îvan, 1984 yılında doğmuştu. Ardından ikizlerimiz oldu; biri erkek biri
kız. Erkeğin adı Ahmet kızın adı da Suzan. 1985 yılında doğdular. Sonra,
Selam 1986’da, Mu’taz da 1987’de doğdu. Ardından 1988 yılı Mart ayı
başlarında bir erkek çocuk daha dünyaya getirdik. Onun adı da Haydar. En
küçükleridir.
* Çocuklarından ikisinin adı Kürtçedir; Îvan ile Suzan. Neden
çocuklarına Kürtçe adları koydun?
— Kürt arkadaşlarım vardı. O arkadaşlarım bu Kürtçe adları koydular.
* Çocuklarını okuttun mu?
— Evet. Hepsini İlkokulda okuttum fakat devam edemediler.
* İmkânların yetersizliğinden mi okuyamadılar?
— Kızlarım İlkokulu tamamlayınca bıraktılar. Erkeklerden Ahmet de
İlkokuldan sonra okumayı bıraktı. Şimdi, Mu’taz Orta birde okuyor. Haydar da
İlkokul altıda okuyor. Devam edip edemeyeceğini bilmiyorum.
* Çocuklarının okuyamama nedenlerini anlatabilir misin?
— Geçim sıkıntısından, yaşam çok zor. Aldığım aylıkla ancak karınlarını
doyurabiliyorum. Okul masraflarını karşılayamıyorum. Okul masraflarını
karşılayamadığımdan Ahmet Okulu bıraktı. Şimdi ayakkabı boyacılığı yapıyor.
İki yıldan fazladır bu işi yapıyor.
* Özür dilerim. Sanırım ailenden söz etmek seni üzdü. Bundan böyle
hiç söz etmeyeceğiz.
Bağdat’ta Emniyet Genel Müdürlüğü’nde iken, kuşkusuz orası bir
kasaphaneydi, eğer biraz bu Merkezi anlatırsan…
— Vallahi ne anlatacağımı ben de bilmiyorum. Tespitin tam yerinde,
evet, orası bir kasaphaneydi. Ama bir farkla, insan kasaphanesi, yani hayvan
kesimhanesi değil.
* Eğer orada işlenen suçlardan bazı örnekleri anlatırsan. Kaldı ki orada
olup bitenlerin tanığıydın.
— Sadece ben değil o teşkilatta çalışan her kes orada neler olup bittiğini
biliyor! Orada insanlık kendinden utandı. Onlarca… Onlarca özel işkence
metotları uygulanıyordu. Birçok işkence aracı vardı, insanlar üzerinde
deneniyordu. O araç ve cihazlar dış ülkelerden Irak’a getirtilmişti.
* Hangi dış ülkelerden?
— Orasını kim bilebilir ki! Kamyon şoförleri dış ülkelerden getirirdi.
Bunları ancak üst düzey yöneticiler bilirdi.
* Hangi tür işkence metotları deneniyordu?
— Bilmiyorum! Ben işkence bölümünde değildim. Ben cellât değilim! Ben
şofördüm şoför!
* Şoför olduğunu biliyorum ama birisi yıllarca bir kurumda çalışıyorsa
kuşkusuz o kurumda olup bitenler hakkında az buçuk bir şeyler biliyordur
herhalde!
— En başında sana söyledim. Yemin de içtim. Ne biliyorsam anlatacağımı
söyledim. Ne biliyorsam işte anlatıyorum. Allah korkusundan geldim. Bütün
bunları halka anlatmak için ben kendim geldim. Ne fazla ne de eksik. Allah
kendisi üzerimde şahittir!
* Peki. Yani gördüğün, duyduğun veya herhangi bir görev arkadaşının
sana anlattığı şeyleri de mi anlatamazsın?
— Ne?
* İşkence konusunda?
— Nasıl duymamışım? Onlarca şey duydum. Fakat en başında da sana
anlattığım gibi sadece bizzat içinde bulunduğum şeyleri anlatacağım!
* Eğer duyduğun veya sana anlatılan kaç tane işkence yöntemini veya
olayını anlatabilirsen…
— Bazı işkence yöntemleri sadece itiraf ettirmek için uygulanırdı.
Öylesine acı verirdi ki ne biliyorsa mecbur kalır anlatırdı. Bunlar çok acı
çektiren ama öldürmeyen işkencelerdir. Bu tür işkenceler için özel cihazlar
vardı. Bazı cihazlar vardı ki vücudu parça parça ederdi. Bazı işkence
yöntemleri karmaşıktı, bunlar uzayıp giden psikolojik savaş yöntemleriydi.
Örneğin, aile bireylerini tutuklayıp gözleri önünde çeşitli işkenceler yapılırdı;
onlara tecavüz edilirdi… Akla ne gelirse uygulanırdı. Bunlardan bazılarını
biliyorum. Ama ben aslında Anfal Harekâtı’nda öldürülenlerin, toprağa
gömülenlerin tanığıyım. Sen onları bana sor!
* Onları da soracağım. Asıl amacım zaten tanığı olduğun o konudur.
Fakat tanığı olduğun ve bildiğin diğer olaylardan; Irak’ta genel olarak
uygulanan korku, işkence ve öldürmelerden de bilgi edinmek istiyorum.
Şimdi Anfal’e gelelim. Anfal konusunda neler biliyorsun?
— Neler bilmiyorum ki! Gözlerimle gördüğüm her şey hafızamda duruyor.
Anlatabilir misin? Neler gördün?
— Anlatabilirim. Ve söz veriyorum, gördüğüm her şeyi burada
anlatacağım gibi her türlü basın yayın kuruluşu, her türlü televizyon kamerası
karşısında da aynı şekilde anlatabilirim. Ve yine uluslar arası bir mahkemede
de bir tanık olarak aynı şeyleri anlatırım. Ve Allah’a yemin ederim ki doğrusu
her neyse aynı şekilde anlatacağım. Eğer bir yalanım olursa gözlerimi kör
etsin! Kimseye iftira da etmem. Sadece Allah korkusundan dolayı bunları
anlatmaya geldim. Bu on beş yıldır çukurlara doldurulan ölülerin üzerine
nasıl kepçeyle toprağı boşalttığım her gece gözümün önüne geliyor ki
aralarında otuz günlük bir bebek bile vardı!
* Anfal jenosidi başlarken neredeydin?
— Anfal’ın ne zaman başladığını bilmiyorum ki o zaman nerede olduğumu
bileyim!
* Anfal, ordusal bir manevra olarak 17 Şubat 1988’de başladı.
— O zaman Kut Emniyeti’ndeydim.
* Peki, ne zaman ve nasıl Anfal uygulanan merkezlere seni
gönderdiler? Nasıl Anfal Harekâtı’na katıldın?
— Tam 17. 07. 1988 günü tayinim Kut Emniyeti’nden Kuzey Tanzim
Okulu’na çıktı.
* Tayin emrin hangi kurum tarafından çıktı? Kut Emniyeti tarafından
mı yoksa Emniyet Genel Müdürlüğü’nden mi?
— Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından tayin emrim geldi.
* Sadece senin için mi emir gelmişti?
— Hayır. Yani ta başından her müdürlükte bir sürü ekzkavator, dozer,
loder, kepçe gibi iş makineleri mevcuttu ve bir o kadar da operatörleri vardı.
Emniyet Müdürlüklerinden Kuzey Teşkilatlarına araç ve operatör tayin emri
Bağdat’taki Emniyet Genel Müdürlüğü’nden çıkmıştı. O zaman oranın müdürü
Ali Hasan Mecid idi.
* Bu emir üzerine Kut Emniyeti’nden kaç şoför Kuzey’e gönderildi?
— Kut’tan yalnızca bendim.
* Şoförlerden kim isteseydi onu mu gönderiyorlardı yahut Emniyet mi
kişileri belirtiyordu?
— Kendi isteğimizle değildi, Emniyetin kendisi belirliyordu! Bağdat’taki
Emniyet Genel Müdürlüğü Merkezi’nden gelen emirde kimin adı yazılıysa onu
gönderiyorlardı. Örneğin Kut Emniyeti’nden Ebdul Hesen, yani ben, Necef
Emniyet Müdürlüğü’nden Ferhan. Böylece hangi Emniyetten kimi istemişlerse
onların adı yazılıydı.
* Yani sen Genel Merkez tarafından seçildin, öyle mi?
— Evet!
* Emniyet teşkilatındayken rütben neydi?
— Sadece bir nefer idim ve mesleğim de şoförlüktü.
* Mesleğini değil rütbeni sordum. Rütben neydi?
— O zamanlar hiçbir rütbem yoktu fakat daha sonra terfi ettim. Çavuş
oldum.
* Sen Baas Partisi’ne üye miydin?
— Baas Partisi kurulduğunda üyesi olmuştum zaten.
* Kuruluştan kastın ne, ilk kuruluş tarihi olan 1978 mi?
— Evet, o zaman Baas’a üye olmuştum. Yani Baas taraftarı üyesi olmayan
birisini hiç Emniyet Teşkilatı’na alırlar mıydı? Böylesi bir kurumda bırakırlar
mı insanı!
* Bu, Anfal başlangıcına kadar Baas Partisi içinde 11 yıllık bir süre
kalmışsın anlamına gelmektedir. Parti’de rütben neydi?
— Hiç! Sadece bir üyesiydim.
* Sen Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından böylesi bir iş için
seçilmişsin. Bundan dolayı, ya Emniyet Teşkilatı’nda iyi bir etki
yaratmışsın ya da Baas Partisi’nde veya Emniyet’te iyi bir rütben olmalı.
Yoksa Baas için böylesi hassas ve önemli bir iş için nasıl seni seçerler?
Dediğin gibi eğer sadece bir nefer isen veya hiçbir etkin olmamışsa nasıl
seni seçmişler ki?!
— Yok! Baas’ta hiçbir rütbem yoktu. Çünkü ta işe başladığımdan beni
Baas’a üye olarak kaydettiler. Ondan sonra da o şehirden bu şehre tayinimi
çıkarttılar. Baas Partisi’yle bir bağım kalmadı. Baas üyesi olmak herhangi bir
işe girerken sorulurdu. Emniyet’te falan görev yaparken artık önemli değildi.
* Peki, hangi nedenlerinden veya etkilerden dolayı seni böylesi
önemli bir iş için seçmişler ki?
— Neden veya etki, sadece ağır iş makineleri operatörü olmamdı. Bu da o
kadar önemli bir iş değildir!
* Peki, ama bu işi sen bulmamış mıydın kendine?
— Doğrudur, ama her seçilen aynı mıydı? Önemli olan onların bu tür iş
makineleri operatörlerine ihtiyaçları olması ve bizim de operatör olmamızdı.
Yani ha Ali ha Kara Ali, ne fark eder ki! Bu ne sorgulamadır gidiyor
anlamadım gitti! Kendim gelip böyle bir olayın varlığından söz ettim. Vicdan
azabından dolayı bütün bunları anlatıyorum. Sanki işkencede itiraflarda
bulunuyormuşum gibisine ha bire soru soruyorsun ki hele başka bir şey daha
anlatacak mıyım?
* Kızma! Bu mesele binlerce soruyu içinde barındırıyor. Binlerce insan
senin vereceğin küçük bir haberde başlarına gelen, yakınlarının başına
gelen bu vahşetten kendine göre bir cevap bulacaktır.
— Yok yani! Onlar haklı. Ama bir sürü şey var ki sizinle bir ilgisi yok
* Tamam. Tayinin çıktıktan sonra ne zaman Kuzey Tanzim Mektebi’yle
ilişkiye geçtin?
— Tayinim çıktığında önce beni Bağdat’a Emniyet Genel Müdürlüğü’ne
çağırdılar. Orada bizi organize ederek Kerkük’teki Kuzey Tanzim Mektebi’ne
gönderdiler.
* Hangi gün olduğunu hatırlıyor musun?
— Evet, 12. 07. 1988 günüydü.
* Sen yalnız mıydın, yoksa yol arkadaşın falan var mıydı?
— Biz bir kaç şofördük, her birisi başka bir Emniyet Müdürlüğü’nden
gelmişti.
* Diğer şoför arkadaşlarının adlarını hatırlıyor musun?
— Ferhan Cabir Necef’liydi ve Necef Emniyet Müdürlüğü’nden gelmişti.
Saadi, babasının adını hatırlayamıyorum, Bağdat Emniyet Müdürlüğü’nden
gelmişti. Ahmet İsmail Tikrit’liydi, Tikrit Emniyet Müdürlüğü’nden gelmişti.
Ve Ali, Diwaniye Emniyet Müdürlüğü’nden gelmişti. O gün birlikte Kerkük’e
geldik. Bizi Kuzey Tanzim Mektebi Karargâhı’na götürdüler. Oradan da bizi
Kerkük-Bağdat yolu üzerinde bulunan Kereste ve İaşe Ambarı’na götürdüler ki
hâlâ asker nakil garajı olarak kullanılıyor. Orada birkaç tane ekzkavator,
loder, kepçe, dozer falan vardı. Bunların dışında büyük yük kamyonları,
treyler, enter gibi araçlar da vardı. Bunlardan bir kısmı hükümetin malı
olduğu belliydi ve üzerinde “İskân” yazılıydı. Ama bazılarının üzerinde
“Company Ashur” yazılıydı. Orada kaldık. Bizimle birlikte subaylar da vardı.
* O kurum nereye bağlıydı, yöneticisi kimdi?
— Sorumlu amir Raid Ebd idi. Oradaki kuvvetler Kuzey Tanzim Mektebi’ne
bağlı olarak bu iş için gelenlerdi!
* Orada kaç gün kaldınız?
— Zannediyorum 20 gün kadar kaldık. Yani, sekizinci ayın on birine kadar
orada kaldık.
* Dışarıya, yani şehir merkezine gitmiyor muydunuz?
— Hayır. Çünkü Ali Hasan Mecid’in koruma birliği amiri Raid Nezhan
Toğan bize dışarı çıkmayın demişti. Burası bir Kürt şehridir. Eğer Kürtler sizin
Emniyet Teşkilatı’ndan olduğunu fark ederse sizi öldürebilirler demişti.
* Raid Nezhan Toğan mı Kürtlerin sizi öldürebileceğini söyledi?
— Evet. Bizi korkutuyordular. Çünkü onlar bizden çok daha önce Kerkük’e
gelmiştiler ve Kerkük’ün vaziyetini iyi tanıyorlardı.
* Burayı biraz daha açar mısın, ne demek istediğini tam olarak
anlayamadım.
— Diyelim ki bir amaçları vardı, bizi korkutarak böylece yapılacak işe
daha iyi sarılmamızı istiyordular. Kerkük’te iken, şehir merkezine
çıkmamamız için, çarşıda gezmememiz için bizi korkutuyordular. Ve bize,
eğer çarşıya pazara giderseniz Kürtler çakıyla, silahla ya da el bombasıyla sizi
öldürebilirler diye bizi korkutmaya çalışıyorlardı. Yani burada amaçları bizi
korkutmalarıydı, çarşıda pazarda gezmemize engel olmaktı. Amaçları buydu
herhalde.
* Sekizinci ayın on birine kadar orada kaldınız, peki daha sonra ne
oldu?
— Sekizinci ayın on birinde Raid Nezhan Land-Cruise marka bir otomobil
ile geldi ve Raid Ebd ile gizlice konuştu. Sonra şoförlerden beni ve Ferhan’ı
çağırdılar. Ali Hasan Mecid’in korumalarından birisini de yanımıza vererek
ekzkavatorlerle yola koyulduk. Tam buraya geldik!
Burası, işte tam şimdi anlatacağım şeyler bu yerde oldu.
15 yıl önce Anfal’e uğrayan ilk gurup buraya gömüldü. Biz buraya
ulaştığımızda Land-Cruise bizden önce gelip burada bizi bekliyordu. Raid
Nezhan ile Raid Ebd tam şurada bekliyorlardı.
* Sizi yola çıkardıklarında nereye götürüleceğinizi sormadınız mı?
— Hayır! Kim bir soru sorabilirdi ki! Biz şofördük şoför! Sadece emirleri
yerine getirmek için vardık!
* Ne zaman buraya ulaştınız ki her iki Raid, yani, Nezhan ile Ebd
burada sizi bekliyorlardı ?, size ne dediler?
— Önce, bize bir şey söylemediler. Kendi aralarında tartıştılar, danıştılar.
El kol hareketleriyle enlemesine boylamasına ölçer gibi işaretler yapıyorlardı.
Epey zaman konuştuktan sonra bize dönüp kazmamızı söylediler.
* Kim size dedi?
— Raid Nezhan ile Raid Ebd
* Peki, siz de hemen kazmaya mı başladınız?
— Evet, önce bize dörtgen şeklinde genişçe kazın dediler ama epey
kazdıktan sonra bu kez, yok, sandık şeklinde kazın dediler.
* Sen, Ferhan ve her iki Raid’den başka kimler vardı?
— Ali Hasan Mecid’in özel koruma birliğinden onlarcası vardı.
* Ali Hasan Mecid’in kendisi de orada olduğu için mi onlarca koruması
oradaydı?
— Hayır. Bu kadar koruma Raid Nezhan ile Raid Ebd’i ve iş makinelerinin
güvenliği için oradaydılar.
* Buraya ulaştığınızda onlarca korumayı ve her iki Raid’i gördüğünde
buraya neden geldiğinizi sormadın mı, ya da kendi kendine hiç böyle bir
şey düşünmedin mi?
— Hayır! Çünkü bu çukurlara ihtiyaçları olduğunu ve bizim de bunları
kazmak için buraya getirdiklerini anlamıştık.
* Bu çukurların insanları gömmek için mi, yoksa daha başka bir iş için
mi kullanılacağını tahmin ettiniz?
— En başında özel bir iş için kullanılacaklarını tahmin ettim ama tam
olarak ne olduğunu kestiremedim. Fakat korktuğumu hatırlıyorum, kendi
kendime bu işte bir iş var dedim! Çünkü o zamanlar buralar baştanbaşa
yabandı, boş arazilerdi. Şu anda gördüğünüz köyler, şu bağ ve bahçeler, bu
ekili tarlalar yoktu. Buralar Allahın yabanıydı. Anfal’den sonra buralara
yerleştirdikleri Araplar için tarıma açtılar, buraları onlar ekmeye başladı.
* Peki, arkadaşın Ferhan’dan da mı sormadın? Ya da kendisi
kazdığımız bu çukurları ne yapacaklar diye sormadı mı?
— Hayır. Her birimiz ayrı bir ekzkavatorün üzerindeydik. Birbirimize soru
soracak durumda değildik.
* Kazdığınız çukurların yerini kim
belirledi?
— Raid Nezhan’ın kendisi yer ve
ebatlarını belirledi.
* Saat kaçta kazmaya başladınız?
— Saat, sabahın dokuzuydu.
* Ne zamana kadar kazdınız?
— Akşamın sekizine (20: 00) kadar.
* Kaç yerde çukur kazdınız?
— Dört-beş yerde kazdık. Her çukurun
uzunluğu 20-25 m idi. Genişliği 2-3 m
arasındaydı. Derinliği ise 3 m kadardı.
* Onlar mı size bu kadar derin kazın
dedi yoksa kendi isteğinizle mi
böylesine derin kazdınız?
— Kazma işinde Raid Nezhan’ın kendisi
bizzat başımızda bekliyordu. O ne
deseydi biz de öyle yapıyorduk.
* Akşamın sekizinden sonra ne yaptınız? Ya da onlar ne yaptı?
— Kazma işlemi tamamlanınca aynı gece bizi Kerkük’e geri götürdüler.
* Yani sadece sekizinci ayın on birinde çukurları kazdınız?
— Evet.
* Peki, Anfalleri ne zaman çukurlara doldurdunuz?
— Sonraki gece. 12. 08. 1988 tarihinde. Gecenin onunda (22:00).
* 12. 08. 1988 gününden neler hatırlıyorsun? O gece nasıl sabahladın?
İnsan toplulukları için mezar çukurları kazdığın o gecede…
— Önceleri kazdığımız çukurların ne için kullanılacağını bilmiyordum. Hiç
bir şey düşünemedim. O günüm sıradan bir gün gibi geçmişti. Çünkü daha
önceleri de birçok özel çukur kazmıştım. Bazen geceler boyu dairenin ihtiyacı
olan böylesi çukurlar kazmıştım. Ve daha önce de birçok gizli işte
çalışmıştım. Kazdığımız bu çukurların da insanları böylesine gömmek için
kullanılacağını tahmin edememiştim. Çünkü önce bize dörtgen şeklinde kazın
dediler ama daha sonra fikir değiştirip bu kez uzunlamasına ve derin kazın
demişlerdi.
* O gün Raid Nezhan veya Tahir Hebuş ya da Raid Ebd yanınıza gelip
sizinle hiç konuşmadılar mı? Size hazır olun, bu gece önemli bir iş var
diye talimat vermediler mi?
— Hayır, gelen olmadı. Hiç kimse bu konuda bize bir şey söylemedi.
Zaten hep hazırda bekliyorduk. Ayrıca gelip “Hazır olun!” demelerine gerek
yoktu. Zaten sürekli hazır kıta bekliyorduk.
* Daha önceden size hep hazır kıta bekleyin mi demiştiler? Yani,
olağanüstü durum mu ilan edilmişti? Önemli bir işi sonuçlandırmak için mi
hep hazır kıta bekliyordunuz?
— Hani daha önce bize çarşıya çıkmayın, dışarı çıkmayın dediklerini
söylemiştim. İşte o zaman bize hep hazır kıta beklememiz gerektiğini de
söylemişlerdi zaten.
* Tamam. Ayın on ikisinde, o gün, saat kaçta sizi kaldığınız yerden alıp
Anfallerin gömüldüğü yere götürdüler?
— Gecenin saat onuna (22:00) kadar kaldığımız yerde bekledik.
Zannediyorum saat gecenin onu veya ona birkaç dakika kalmıştı. Raid Nezhan
yanımıza geldi ve önemli bir görev için yola çıkmamız gerektiğini söyledi.
* Önceki gün bir sonraki gece önemli bir iş için sizi çağıracaklarını
söylemişler miydi?
— Hayır!
* Raid Nezhan yanınıza geldiğinde uyuyor muydun, yoksa uyanık bir
halde mi bekliyordun? Yani o anda ne yapıyordun?
— Uyumak için vakit erkendi henüz. Hepimiz oturmuş güzel bir sohbet
yapıyorduk. Çünkü o günlerde çok sevinçliydik.
* Sevinçli miydiniz? Anfal sürecinin başlamasından dolayı mı?
— Hayır! O günlerde Anfal’ın ne olduğunu bilmiyordum, böyle bir şey
duymuştum.
* O zaman neden böylesine sevinçliydiniz?
— Zannediyorum üç veya dört gün önce İran-Irak savaşı sona ermişti.
Savaşın bittiğinden dolayı sevinçliydik. Irak halkının biraz rahatlayacağını
düşünüyorduk. Artık cepheye gitme korkumuz sona ermişti. Irak’ta ölümler
olmayacaktı…
* Sadece Raid Nezhan mı yola çıkmanız için size emir verdi, başka
kimse yok muydu?
— Hayır… Hatırladığım kadarıyla beyaz renkli ve Mercedes marka dört
veya beş otomobil vardı ve her birisinde dört koruma vardı.
* Oradan hangi yöne doğru yola koyuldunuz?
— Keywan Erefe yolundan Bağdat asfaltına çıktık. Korumalar önde biz de
arkadan onları takip ediyorduk. Öylece çukurları kazdığımız Topzawa ile
Yayçi arasında kalan o yere gittik.
* Önceki gece çukurları kazdığınız yere böylesine gece yarısı sizi
kaldırıp götürmeleri sana tuhaf gelmedi mi, bu gece yarısı ne tür işleri
olabilir diye düşünmedin mi?
— Önceleri herhalde biraz daha çukur kazdıracaklarını düşündüm ama
çukurları kazdığımız yere yaklaştığımızda düşüncem değişti.
* Niye? Neler gördün ki?
— Çünkü bir önceki gün kazdığımız çukurların bulunduğu yerin çevresi,
bütün yollar özel güçler tarafından tamamıyla tutulmuştu.
* Bir önceki akşam da öyle miydi?
— Hayır, önceki akşam öyle değildi. Sadece Raid Nezhan ile Raid Ebd’ın
korumaları vardı. Fakat ikinci gece, yani ayın on ikisinde, yollar tamamıyla
kapatılmıştı. Bu bölgenin etrafı tamamen sarılmıştı. Bütün bu tepelerin üstü
büyük bir kuvvet kaynıyordu.
* Bunlar hangi kuvvetlerdi? Emniyet, İstihbarat, Özel Kuvvetler, Kürt
Cahşları ya da normal ordu askerleri miydi?
— Bilmiyorum! Sadece büyük bir gücün orada olduğunu gördüm. Hangi
güç veya güçler olduğunu nerden bilebilirim ki! Kürt pêşmergeleri herhangi
bir savaş durumunda değildiler ki kalkıp Cahş Güçleri’ni Kürtlerin üzerine
salsınlar! O güçler, özel güçlerdi. Ya Kuvvet-i Xas (Özel Kuvvetler) ya da
Kuzey Tanzim Mektebi güçleriydi.
* Biraz daha ayrıntılı anlatabilir misin? Yani gördüğün manzarayı biraz
daha vasıflandırarak anlatabilir misin?
— Neyin vasfı! Vasıf (övgü) cürümünü de beraberinde getirir! Ben
gözümün önünde Kürtleri öldürdüler diyorum; suç işlediler diyorum! Ben ne
suç işleyenim ne de suçluyum! Sanki öldürmek bana göre revaymış, sanki
normalmiş gibi kalkıp onları övecekmişim!
* Özür dilerim! Bu şekilde anlama! Biraz daha vasıflarını anlat derken
amacım gördüğün şeyleri, özelliklerini biraz daha detaylandırmanı
istemiştim yani.
— Ee! Keyfimden mi gelip buraya oturmuşum! Benim de amacım zaten
bunları anlatmak değil mi? Sadece gördüğüm şeyleri anlatacağım!
* Çok güzel. Saat kaçta olay yerine, yani çukurların bulunduğu yere
vardığınızı hatırlıyor musun?
— Yok! Bilmiyorum. Ama sen kendin hesapla! Saat gecenin onunda
(22:00) Kerkük merkezinden yola çıktığımızı varsay. Sen kendin çıkarsama
yap ki buraya ne zaman ulaşmışız!
* Peki. Bütün anayollar, tepeler falan büyük bir güçle tutulmuştu
dedin… Bu güçlerin başında Emniyet’ten, Ordu subaylarından kimse yok
muydu? Yani bu kadar güç kendiliğinden gelip oraları tutmadı herhalde!
— Raid Nezhan’ın kendisi gelmişti ve hep yanımızda kaldı. Oraya
vardığımızda Tahir Celil Hebuş çukurların yanındaki tepede bekliyordu. Tahir
Celil Hebuş o zamanlar Kuzey Örgütleri Bürosu’ndan sorumluydu. Daha sonra
Anbar valiliğine atandı. Oradan da Bağdat’taki Irak Emniyet Genel Merkezi
Müdürlüğü’ne atandı.
* Oraya vardığınızda ne yaptınız?
— Emirleri bekliyorduk. Bakalım bize ne görev verecekler diye
beklemedeydik.
* Beklemedeydiniz, bakalım size ne görev verecekler diye. Neler
gördün, neler oluyordu ki sen sadece yerinde bekleyen bir seyirci
gibiydin?
— Sözlerinin ne anlama geldiğini biliyorum! Yani diyorsun ki sen sadece
bir seyirci değildin, verilen emirleri yerine getirmek aynı zamanda hoşuna
gidiyordu!
* Ben gözlerinin önünde neler olup bittiğini sordum. Suçluların kimler
olduğu belirlemesini yapmadım!
— Olup bitenleri herkes görüyordu!
* Ne gibi?
— Kürt gençlerinin öldürülmesi gibi…
* Madem öyle, kaç tane Kürt genci orda vardı? Sizin taramak için
oraya götürdüğünüz…
— Hayır! “Bizler” değil! Dediğim gibi Tahir Hebuş ve Raid Nezhan’a bağlı
büyük bir güç vardı orada.
* Anfalleri kimler taramak için oraya getirmişti?
— Anfalleri getirmeden önce vurucu timleri getirmişlerdi.
* Timleri gözünle gördün mü?
— Evet…
* Timleri getirdiklerinde çukurların hangi tarafında bekliyordun?
Timlerden ne kadar uzaklıktaydın?
— Hepimiz iç içe, bir aradaydık.
* Bir arada olduğunuzu anlıyorum, yani sen ekzkavatorün üzerinde
miydin, Tahir Hebuş ile Raid Nezhan’ın getirdikleri ölüm timlerinden ne
kadar uzaktaydın?
— Hiç uzak değildim. Çünkü ekzkavatorleri istop ettik ve hep beraber bir
arada çukurların üzerinde beklemeye başladık.
* Bu, onların çok yakınında olduğun anlamına geliyor. Şimdi giyim
kuşamlarının nasıl olduğunu iyi biliyorsun?
— Elbiselerinin rengi zeytin yeşiliydi. Hepsinin elinde tabanca vardı.
* Yani tüfekler, ağır silahlar?
— Hayır, sadece tabancaları vardı.
* Yani, Anfalleri sadece tabancayla mı taradılar?!
— Evet, bu gurup tabancayla öldürüldü!
* Ölüm timlerinin yüzleri maskeli miydi?
— Hayır, açıktı.
* Madem öyleyse, eğer yüzleri açık idiyse, sende yanlarında idiysen
şimdi yüzlerini hatırlayabilirsin sanırım.
— Değil ki yüzlerini anımsamak, kendim onları tanıyorum!
* Nasıl tanıyorsun?
— Daha önce 20 gün beklediğimiz yerde hep beraberdik zaten.
Olaylardan sonra da epey bir süre beraber kaldık. Bundan dolayı hepsini
tanıyorum.
* Kim olduklarını bana söyleyebilir misin?
— Daha önce söylemişim, ne anlatırsam benimle bir ilişkisi varsa
anlatacağım. Sadece Anfallerin gömüldüğü yeri anlatacağım!
Sen şimdi kim olduklarını soruyorsun, yarın nereli olduklarını soracaksın,
ertesi gün de yakama yapışıp nerde olduklarını soracaksın!
* Sana daha önce uluslar arası bir mahkemede senin ve beraber
çalıştığın kimselerin şahitlik yapmalarının önemli olduğunu hatırlatmıştım.
Yoksa Araplara atom bombası bile atılsa, bu, Anfalleri geri getirmez!
— Araplara mı? Arapların tümü suçlu değil! Sanki Baaslılar az mı Şii
Araplardan öldürdüler!
* Konunun dışına çıkmayalım! Dediğim gibi, adları intikam için değil
şahitlik için gerekli!
— Öldürmeyi gerçekleştirenler 11 kişilik bir ekipti. Başları Ali Hasan
Mecid’in yakın arkadaşı Saib idi. Diğer bir başları Saim idi, Anbarlıydı bu.
Sonra Suud idi, Raid Ebd’in kendisydi. Ve diğerleri…
* Tümünün silahları tabanca mıydı?
— Hepsinin elinde aynı çeşit silah vardı. Namlularına susturucu takılıydı.
* İşe başladıklarında, ölüm timleri ne yapıyordu?
— Onlar da bizim yanımızda durmuştular. Avlarını bekliyordular!
* Anfalleri ne zaman getirdiler?
— Bizi oraya götürdüklerinde, öyle zannediyorum ki büyük bir gücü de
Anfalleri getirmeye göndermiştiler. Çünkü biz oraya vardığımızdan az
sora bu ölüm timleri de intikal ettiler. Ve biraz daha sonra da Anfalleri getirdiler.
* Neyle getirdiler?
— Arabalarla.
* Ne tür arabalar?
— Askeri cemseler, Mokepetler.
Bazıları da cemselerden daha geniş
ve uzun araçlardı.
* Kaç tane araba?
— Zannediyorum altı arabaydı.
* Acaba araçların plaka numarasını
alabildin mi?
— Hayır, dikkat etmedim.
* Arabalar çukurların yanına kadar mı geldiler?
— Evet, gelip çukurların hemen yakınındaki tepede beklediler.
* Hepsini aşağı indirip öldürmek için sıraya mı dizdiler, öyle mi? Eğer
biraz anlatabilirsen yani…
— Her şeyden önce Anfalleri getirdiklerinde Tahir Hebuş’un emriyle
bütün araçları çalıştırdılar. Bize de ekzkavatorleri çalıştırmamızı ve motor
sesini yüksek tutmamızı söylediler. İçinde Kürt gençlerinin bulunduğu altı
aracın etrafı özel kuvvetler tarafından tutuldu. Araçları biber birer çukura,
orda bekleyen sözünü ettiğim 11 kişilik öldürme elemanlarının yanına
yanaştırıyordular. Araç kapılarını açıyordular. Kapıda bekleyen iki koruma bir
Kürdün kolundan tutup bir time teslim ediyordu. Onlar da her biri bir genci
tutup çukurun kenarına götürüyordu. Orada kafasına birer kurşun sıkıp
çukura atıyordular.
* Anfalleri araçtan indirdiklerinde ellerini gözlerini bağlayarak mı
yoksa öyle açık bir şekilde götürüp kurşunluyordular?
— Onları getirdiklerinde zaten elleri gözleri bağlanmıştı. Önceden bu iş
için hazırlamıştılar.
* Nerde elleri gözleri bağlanmıştı?
— Bilmiyorum. Nerden getiriyorduysalar, orda elleri gözleri bağlanmıştı.
* Neyle bağlamıştılar?
— Çoğunun elleri ince uzun bir bezle öylesine sıkıca bağlanmıştı ki hiç
kıpırdatamıyorlardı. Bilmiyorum hani belinize bağladığınız şu şeye ne
diyorsunuz?
* Şûtik (kuşak)?!
— Evet, evet. Şûtiklerle elleri sıkıca bağlanmıştı. Siyah bantlarla da
gözleri bağlanmıştı.
* O gece, nasıl bir geceydi?
— Suçla dolu bir geceydi!
* Sorudaki amacım o geceyi yorumlaman değil! Yani karanlık mıydı, ay
ışığı mı vardı diyorum, nasıldı?
— Fazla aydınlık değildi. Fakat göz gözü görmeyecek gibi karanlık da
değildi.
* O 11 kişilik timden her birisi bir Kürdü alıp öldürüyordu dedin, yani
şöyle sıraya mı girmiştiler, ya da öylesine herkes bir tanesini kapıp
öldürüyordu?
— Hayır, herkes kendi kafasına göre birisini getirip öldürmüyordu. O 11
kişilik ekipten her birisi bir Kürdü alıp çukurun başında durarak vur
komutunun gelmesini bekliyordu. Komutla birlikte herkes aynı anda tetiği
çekiyordu. Ve ölmüş olan Kürt bir kerede ellerinden çukura kayıyordu.
* Vur emrini kim veriyordu?
— Bilmiyorum!
* Nasıl bilmiyorsun? Her şey gözünün önünde olmuyor muydu?!
— Evet! Her şey gözümün önünde oluyordu ama o zaman biz
ekzkavatorlerin üzerine çıkmıştık. Biz kendi işimizi yapıyorduk, bundan
dolayı kimin vur komutunu verdiğini bilmiyorum.
* Hepsini birlikte mi kurşuna dizdiler?
— Yok, yok. O 11 kişilik ekipten her birisi bir Kürdü alıp çukurun kıyısına
getiriyordu. Diz üstü çöktürüyordu. Zaten elleri de arkalarında sıkıca
bağlanmıştı. Her subay bir Kürdün arkasında bekliyordu. Bir elliyle omzundan
tutuyordu, ayak tabanını da sırtının tam ortasına dayıyordu. Ve öylece silahın
namlusunu sıkıca kafalarının tam ortasına dayıyordular, emir aldıkları gibi
de…
* O Kürtlerden hiç birisi kendini kurtarmak için herhangi bir harekette
bulunmadı mı? Örneğin, subaylara saldırmak gibi veya bir söz söylemek
gibi…
— Dediğim gibi, ben sesleri duymuyordum ki bir şeyler söyleyip
söylemediklerini bileyim! Fakat hiç kimse herhangi bir harekette bulunmadı.
Elleri gözleri bağlıydı. Zalimin pençesinde çaresizdiler!
* Her bir subay avının başına kurşunu sıktıktan sonra nasıl çukura
atıyordu?
— Sana anlattığım gibi, çukurun tam kıyısında öldürüyorlardı. Kurşunu
sıktıktan sonra, omzundan tuttuğu elini bırakıyordular, sırtının ortasına
dayadığı ayağıyla da çukurun içine doğru şöyle bir itiyordular.
* Eğer öyle olmuşsa, belki bir tek kurşunla ölmemiş olabilirler! Yani,
sağ olarak, yani yaralı halde gömülmüşler!
— O kurşunla ölmemiş olabilirler. Ama çukura atıyordular. Eğer canlı bile
olsalar bu kadar yükseklikten çukura düşmeleriyle boyunları kırılmıştır. Eğer
sağ kalan olmuşsa da yine üzerlerini toprakla kapattık.
* Oradaki Kürtlerin tümü o gece aynı biçimde mi öldürüldü?
— Evet, dediğim gibi, altı araç vardı, her araçta 50 genç vardı. Dört
çukur kazmıştık. Her çukura 75 kişiyi attılar.
* Peki! İlk gurup bu şekilde kurşunlanıp öldürdüğünde araçlarda ölüm
sırasının kendilerine gelmesini bekleyen diğer arkadaşları kendilerini
kurtarmak için hiçbir harekette bulunmadılar mı, direnmediler mi?
— Elleri ve gözlerinin sıkıca bağlı olduğunu anlatmadım mı?
Arkadaşlarının ölüme götürüleceğini nerden bilsinler ki?!
* Nasıl bilemezler! Hemen yanı başlarından arkadaşlarını kaldırıp
götürmüyorlar mıydı?
— Evet! Ama bir yandan silahlara susturucu takmışlardı, öte yandan
bütün araçları çalışır durumda tutuyorlardı; motor sesleri, ekzkavatorlerin
sesi bütün diğer sesleri bastırıyordu. Silahlardan çıkan o küçük pıt-pıt
seslerinin onlara kadar ulaştığını sanmıyorum.
* O gecedeki bütün öldürmeler ne kadar devam etti?
— Vallahi bilemiyorum ama galiba fazla sürmedi.
* Ne zaman üzerlerine toprak doldurmaya başladınız?
— Öldürmeler tamamlanınca biz de hemen toprağı üzerlerine doldurmaya
başladık.
* Gözlerinin önünde böylesine onları öldürdüklerinden sonra sen de
kalkıp üzerlerine toprağı boşalttığında neler hissettin?
— Vahşiliğimi!
* Ya bu yaptığın!
— Eğer bunu yapmasaydım onların başına gelen benim de başıma gelirdi!
* Kimse sana eğer bunları yapmazsan böylesi şeyleri senin de başına
getiririz demiş miydi?
— Yüzlerce kez…
* Ne zaman ve nerde dediler?
— Her nerede bizi toplamışlarsa!
* Nerde toplandınız? Burada yapılan şeylerin yapılmamasını mı
istediniz?
— Hayır, önceleri…
* Yani, ne zaman?
— Ya şimdi sen Anfallerin öldürülmesini mi soruyorsun yoksa başka şeyi
mi? Kardeş, Baas zalimdi! Bir arkadaşım vardı, bir sorunundan dolayı dört gün
gelemedi, gıyabında idam cezası verdiler. Artık sen hesapla, nasıl cesaret
edip böylesi bir işi kabul etmiyoruz diyebilirdik?
* Çukurları nasıl doldurdunuz?
— Bir önceki gece kazdığımız toprağı tekrar üzerlerine boşalttık. Böylece
üzerlerini kapattık.
* Bu, katıldığın ilk suç muydu?
— Ben suç işlememişim! Emir verenler, öldürenler suçludur. Sadece ben
üzerlerine toprağı boşaltmışım, bunun neresi suçtur! Üstelik ben kendim
gelip size haber verdim. Size adımı veren olmamış ki, eğer suçlu olsaydım
gelir miydim?
* Affedersin! Bu, senin de katılmış olduğun bu şekildeki ilk olay mıydı?
— Evet.
* İkincisi?
— Hayır!
* Gömülmelere kaç kez katıldın?
— Bu olaydan bir süre sonra bu kez kadın ve çocuklardan oluşan Anfal
guruplarının topluca gömülmelerine katıldım.
* Nerede?
– Dûzxurmatû’da.
* Sekizinci ayın on ikisinde, o gece, yani Anfallerin üzerine toprağı
örtme gibi vâcib bir görevi gerçekleştirdikten sonra, geceyi nasıl
geçirdiniz? Siz derken, sen ile arkadaşın Ferhan’ı kastediyorum.
— Öldürmeler ve gömülme işlemi tamamen sonuçlanınca beni de Ferhan’ı
da, orada bulunan diğer korumaları da doldurduğumuz çukurların üzerinde
toplayıp hiç kimseye bu olay hakkında söz etmememiz konusunda bizi tehdit
ettiler.
* Kim siz topladı?
— Raid Nezhan Tikriti.
* Sözleri hâlâ aklında mı?
— Evet.
* Ne dedi?
— Dedi ki “İşte, hepiniz gözlerinizle gördünüz! Eğer kimseye olanlar
hakkında ağzınızdan bir şey kaçırırsanız ya da bu olay açığa çıkarsa, bu, sizin
ve ailenizin de alınyazısı olur!”
* Kimseden hiç ses çıkmadı mı?
— Hayır, kim cesaret edip bir şey söyleyebilirdi ki!
* O toplantıdan sonra ne yaptınız?
— Bizi Kerkük’e geri gönderdiler. Kaldığımız yere döndük.
* Döndükten sonra kimseye böyle bir olayın olduğundan hiç söz
etmedin mi?
— Hayır, kim cesaret edebilirdi ki! Dedim ya, Raid Nezhan kimseye
anlatmamız konusunda bizi tehdit etti!
* Arkadaşlarınız “nerdeydiniz, nereye gittiniz, neler oldu, ne
yaptınız” diye size hiçbir şey sormadılar mı?
— Önceki gece arkadaşlarımıza çukur kazdığımızı anlatmıştık, o gece
döndüğümüzde de olup bitenleri onlara anlattık.
* Yöneticilerden de mi sordular?
— Onlardan? Bizimle değillerdi ki onlardan sorsunlar!
* O gece rahat mıydın?
— Ne rahatlığı! İşte, sana anlattım ya, 15 yıldır gördüklerim her gece bir
video filmi gibi tekrar gözlerimin önüne geliyor. Hâlâ da o gece ruhumda acı
bir sancıdır.
* O gece uyudun mu?
— Hayır!
* Arkadaşın Ferhan?
— Bilmiyorum. Uyuyabilmiş olacağını tahmin etmiyorum.
* O gece ne düşündün, örneğin, bu rejimin elinden kaçarak bütün bu
olup bitenleri dünyaya duyurmak gibi bir şey aklına gelmedi mi?
— O ilk olayda öldürülenlerin kimler olduğunu veya ne suç işledikleri
hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bundan dolayı onların suçlu kimseler
olduğunu sanmıştım! Fakat ikinci gece bunun bir Anfal süreci olduğunu
anladıktan sonra o zaman çok kötü oldum. En çok da insan topluluklarına
baktığımda…
* Sonradan bunun bir Anfal süreci olduğunu anladım dedin, nasıl
anlamıştın?
— Olay yerinden kaldığımız yere döndüğümüzde özel korumalardan
bazıları yanımıza geldiler, onlar anlattı.
* Ne anlattılar?
— Bazı sorularımız oldu… “Orada öldürdüğümüz Kürtler Topzawa’dan
getirildi” dediler.
* Nasıl anlattılar, ya da nasıl cesaret edip konuyu açtılar?
— Bize yemek getirmişlerdi. Oturdular. Birlikte sohbet ederken sorduk,
onlar da anlattılar.
* Daha önceleri “Anfal” sözcüğünü duymuş muydun?
— Hayır, o gece duydum.
* Olayın hemen ertesi sabahı ne yaptınız?
— O gün bize üç günlük ev izni verdiler.
* Gittiniz mi?
— Evet.
* O üç günü evde nasıl geçirdiğini biraz anlatabilir misin, nasıl geçti?
— Çok acayip sorular soruyorsun!
* Yani sorudaki amacım şu, hani bir önceki gece öldürülmeleri
gördüğünden uyuyamamıştın ya! İşte, şunu öğrenmek istedim, hani eşine,
ailene gittin, epey zamandır gitmemiştin, bu değişiklik seni biraz
sakinleştirmedi mi?
— Gittiğim de çok yorgun ve halsizdim. Karnım patlayacak gibiydi.
Evdekiler de benim bu halimi fark etmişti. Rahat olmadığımı görmüştüler.
Epey üzerime geldiler, beni sıkıştırdılar, ben de her şeyi anlattım.
* Hani hiç kimseye bir şey anlatamayacaksınız diye tehdit etmiştiler
ya, anlatmaktan korkmadın mı?
— Evet… Fakat bir yandan eşim çok üzerime geldi, diğer yandan eğer
anlatmasaydım patlayacak gibiydim!
* Anlattıktan sonra rahatladığını hissettin mi?
— Biraz! Evet…
* Peki, o vahşet görüntülerini anlattığında, evdekiler nasıl karşıladı?
— Onlar da çok üzüldüler ama elden ne gelirdi ki!
* Sana “gitme” demediler mi? Ya da böylesi bir işe bulaşmaman için
herhangi bir tembihte bulunmadılar mı?
— Kabilemiz böyle bir işe bulaşmamdan hoşnut olmadı. Eğer onların
dediği olsaydı, ailemin yanında kalmam gerekirdi.
* O üç gün zarfında bu rejimin elinden kaçmayı hiç düşünmedin mi?
— Nereye kaçacaktım! Kaçacak yer mi vardı? Irak’tan dışarı çıkacak
durumda değildim. Eğer düşünmüş olsam bile yaşamım daha da zorlaşacaktı.
* Üç günlük izinden sonra Kerkük’e döndüğünde ne gibi değişiklikler
vardı?
— Döndüğümde çok şeyin değişmiş olduğunu gördüm tabi.
* Ne gibi?
— Şoför arkadaşlarımdan hiç birisi orda yoktu.
* Nereye gitmiştiler?
— Onları Hemrîn ile Dûzxurmatû arası yere götürmüştüler.
* Size ne dediler?
— Bizi de alıp oraya götürdüler.
* O işi yapmak için mi gidiyordunuz, yani yine çukur kazmak için mi?
— Ne iş yapacağımızı sormadık. Çadır kurmuşlardı. Özel Kuvvetlerden
büyük bir güç ordaydı. Çukur kazma çalışmaları orada da vardı. Bizim de
çukur kazma işine katılmamızı söylediler.
* Kazdınız mı?
— Hem de nasıl! Evet.
* Anfal için halkı ne zaman getirdiler?
— Ayın kaçıydı… Hatırlayamadım.
* İzin dönüşünden kaç gün sonraydı?
— Ya hatırlayamıyorum işte! Çünkü bir süre o bölgede kaldık. Her birkaç
günde bir bizi alıp Hemrîn ile Dûzxurmatû arası yerde çukur kazdırıyordular.
* Sorudaki amacım, bizzat kendin katıldığın günlerdir.
— Allah’ıma bilmiyorum! Fakat dokuzuncu ayın onuna kadar bu iş
durmaksızın sürdü.
* Bu, Anfal operasyonunun sekizinci ayın on birinde başlayıp
dokuzuncu ayın onuna kadar sürmüş demektir, öyle mi?
— Ben bu süreden haberdarım. Evet.
* Sana bu ilk katılımın mıydı diye sormuştum sende “Hayır,
Dûzxurmatî’dakine de katıldım” demiştin. Biraz onu anlatır mısın, ne
zamandı?
— Söyledim ya, tarihini tam olarak hatırlayamıyorum. Fakat her şey
sözünü ettiğim süre içinde oldu.
* Peki, diğer arkadaşların nerdeydi? Ferhan onlar… Onlar da bu sürece
katıldılar mı?
— Nasıl katılmadılar? Kaç gece beni başka yerlere götürdüler, tabi onları
da öyle alıp götürüyordular, onlar da hep aynı işi yapıyordu.
* Onları nerelere götürdüklerini bilmiyor musun?
— Hayır, fakat bu işlerin tümü bizim ekibin eliyle sonuçlandırılıyordu.
Yani, Topzawa, Dûzxurmatû ve Hemrîn dağları arasındaki bölgede olup
bitenleri hep aynı ekip yaptı.
* Katıldığın ama yerini göstermediğin daha kaç yer var?
— Dûzxurmatû ile Hemrîn arası, sonra Dûz yolu çevresi.
* Oralarda gömülenler de hep genç miydi?
— Hayır, bu kez kitlesel öldürmelerdi.
* Kitlesel öldürmelerden amacın ne?
— Hepsini üst üste taradılar. Gurup gurup klaşnikovlarla tarandılar.
* Tarama ekibi yine o 11 kişilik tim miydi?
— Evet. Öldürme ekibi sürekli sözünü ettiğim o 11 kişiden oluşan subay
mangasıydı.
* Ne tür araçlarla Anfalleri getiriyordular?
— Hep aynı üstü kapalı cemselerle, Mokepetlerle.
* Getirdiklerinde yaşlarına göre mi sınıflandırarak ayırıyorladı yoksa
kadın, erkek, yaşlı, çoluk çocuk hep bir aradalar mıydıl?
— Yok. Ayrı ayrı getiriyorlardı. Önce gençleri getirdiler ama daha sonra
gurupların taraması bir birine karıştı. Örneğin, daha gençlerin taranması
bitmeden diğerlerini getiriyorlardı.
* Araçları çukurların uzağında mı durduruyorlardı?
— Fazla uzakta değil. Tepe yamaçlarında durduruyorlardı. Çukurlarda
epey çoktu. Oralar zaten hepe çukur tepe, engebeli bir araziydi.
* Peki, olayı tamamlarsan eğer…
— Özel korumalar halkı araçlardan indirir, sıraya dizer ve çukurların
kıyısına getiriyordular.
* Elleri gözleri bağlı mıydı?
— Elleri bağlıydı ama gözleri açıktı.
* Yani, bir birlerinin gözü önünde mi tarandılar?
— Evet. Onları tepenin arkasına götürüyorlardı, zaten bir yanı tepe bir
yanı geniş çukur. Oraya soktular ve taramaya başladılar.
* Komutla mı taramaya başlıyorlardı?
— Evet.
* Kim emir veriyordu?
— Raid Ebd.
* Ne diyordu?
— “Vurun!” diyordu.
* Ateş timi kaç kişiydi?
— Demiştim ya! 11 kişiydiler.
* Hepsi mi kurşun sıkıyordu?
— Evet.
* Bu öldürme timi daha önce sıraya dizilerek hazır vaziyette mi
bekliyorlardı?
— Sıraya dizilmemişlerdi faka hazır vaziyetteydiler.
* Peki, nasıl duruyorlardı, nerden ateş açıyorlardı?
— Biliyor musun, o yerlerin bir tarafı hep tepeydi, o tepenin yamacında
gençleri araçlardan indiriyorlardı, diğer tarafta da ölüm timleri bekliyordu.
Emir verildiği gibi onlar da taramaya başlıyordu. Ve öldürüyorlardı.
* Kendini kurtarmaya çalışanlar olmuyor muydu?
— Ne kurtarması! O çevre tamamıyla özel kuvvetler tarafından sıkı bir
şekilde tutulmuştu. Kitle ile öldürme timleri arasında sadece 10 m mesafe
vardı. Kendilerini nasıl kurtarabilirlerdi ki!
* Yani işte onları öldürdüklerini görmüyorlar mıydı, hiçbir şey de mi
yapmıyordular?
— Hayır, sadece ağlıyorlardı.
* Erkekler de mi?!
— Evet, evet. “Hawaaar! Bawooo!” diye ağlıyordular.
* Tarama sürecinde gurupların birbirine karıştığını anlattın, gençleri
taradıklarında hemen diğerleri de mi ulaşıyordu? Yani kadın ve çocuklar
da mı?
— Evet… Araç konvoyları arka arkaya geliyorlardı. Araçların arasında
fazla mesafe yoktu.
* Nerden getirildiklerini bilmiyor musun?
— Biliyorum. Gençler ile yaşlıları Topzawa’dan kadın ve çocukları da
Dibs’den getiriyorlardı.
* Gençlerin taranması tamamlandığında hemen siz de üzerlerine
toprağı örtmeye başlıyor muydunuz, yoksa bütün taramalar bittikten
sonra mı üzerlerine toprağı boşaltmaya başlıyordunuz?
— Bekliyorduk. Bütün taramalar tamamlandıktan sonra üzerlerine toprağı
boşaltmaya başlıyorduk.
* Hep aynı ekip mi tarama yapıyordu?
— Evet. Hep aynı 11 kişilik tim.
* Peki, nasıl yetişebiliyorlardı?
— Onlar yorulmuyordu! Görevleri sadece şarjör değiştirmekti. Onlara
deste deste dolu şarjörleri hazırlayıp yanlarında istif ediyorlardı, onlar da
tetiğe basıp öldürüyorlardı.
* Yaşlıların elleri bağlanmamış mıydı?
— Hayır.
* Gözleri?
— Hayır.
* Peki, nasıl öylesine rahat bir şekilde ateşin altına gidiyorlardı?
Teslim olamamak için hiçbir teşebbüste bulunmuyorlar mıydı?
— Kapalı araçların içinde tutuklular gibi bekletiliyorlardı. Onları bir
kerede aşağı indirip koyun sürüsü gibi önlerine katıyorlardı. Ve hemen
taramaya başlıyordılar. Ne güçleri vardı ki bir de kalkıp dirensinler! Sadece
feryat figanlarıydı. Öte yandan, onlar kadar özel timler bu iş için ayrılmıştı.
* Eğer dediğin gibiyse her taraftan kitlenin etrafı sarılmış ve böylece
taranmışlar?
— Evet. Aynen öyleydi. Çoğunu boynundan veya omzundan tutup tarama
yerine doğru itiliyorlardı.
* Tarandıklarında, korkudan bile olsa, yani ölüm korkusundan bile
olsa, kaçan olmuyor muydu, ya da kimse ölümden kurtulmak için bir
subayın arkasına sığınmaya çalışmadı mı hiç?
— Gökten yağan dolu gibi, yağmur gibi kurşun yağıyordu. Korkudan koyun
gibi başlarını ellerinin arasına alıp bir birlerinin arkasına sığınmaya
çalışıyorlardı. Ama sonunda hepsi üst üste yıkılıyordu.
* Bir kadının, çocuğun veya bir yaşlının herhangi bir subaya
saldırmaya çalıştığını ya da bir söz söylediğini yahut niye bizi
öldürüyorsunuz diye herhangi bir soru sorduğunu hiç görmedin mi?
— Evet, ben kendim bir kadınla konuştum.
* Kürtçe biliyor musun?
— Hayır.
* Ne konuştun ki?
— “Niye bizi öldürüyorsunuz, bu kadar kadın ve çocuğun günahı ne?”
dedi.
* Bunları dediğini nerden biliyorsun?
— Arapça konuşuyordu.
* Arapça mı?
— Evet. Arapça.
Arif Qurbanî: Umrean’dan Topzawa’ya 41
* Bir kadın ve üstelik Arapça biliyordu, öyle mi?
— Kendisi Arap’tı.
* Peki, Anfal Kürtleri arasında onun ne işi vardı ki!
— Onu da onlar gibi tutuklamışlardı.
* Sen nerden biliyorsun?
— İşte, onunla konuştuğumu söylemedim mi?
* Kendisi mi Arap olduğunu söyledi?
— Arapça konuştuğunda ben kendim onun tam bir Arap olduğunu
anladım. Çünkü Arapça bilmesi tuhafıma gitmişti. Kendisine sorduğum da
zaten o da Arap olduğunu söyledi.
* Neden tutuklandığını söylemedi mi?
— Evet, söyledi. “Ben Arap’ım. Hileliyim. Irak Komünist Partisi Bölge
Komitesi üyesiyim” dedi.
* Nerde tutuklandığını sormadın mı?
— Sordum. Koye’den, Kuzey bölgesinden geldiğini söyledi.
* Onu da mı öldürdüler?
— Evet. O da Kürt kadın ve çocukların arasında öldürüldü.
* Ona üzülmüş olmalısın herhalde?
— Doğrudur. Evet, ona çok üzüldüm.
* Arap olduğundan dolayı, değil mi?
— Onunla konuştuğumdan dolayı, üstelik doktordu…
* Peki, ya bunca öldürülen kadın, çoluk çocuk, genç yaşlı, onlardan
hiç birisi dikkatini çekmedi mi?
— Nasıl çekmedi! Bu 15 yıldır bütün olup bitenlerin bir film şeridi gibi
hep gözümün önünde olduğunu söylemedim mi?
* Başka? Toplu katliamlar sürecinde böylesi dikkati çeken ve seni üzen
başka bir şey gördün mü?
— Şu Arap doktorun da aralarında bulunduğu kitlenin arasında kucağında
bebeği olan bir kadın vardı. Bebeği belki 30 veya 40 günlüktü. Bebeğe her
hangi bir kurşunun isabet ettiğini sanmıyorum ama üzerine toprağı boşalttım.
Bu görüntü hep gözlerimin önüne geliyor ve bundan dolayı çok acı çekiyorum.
* Sence kurşun mu isabet etmemişti ya da canlı canlı üzerine toprağı
mı boşalttın?
— Öyle yüzde yüz hiçbir kurşunun isabet etmediğini söyleyemem ama
çukurdayken hâlâ canlıydı ve üzerine toprağı boşalttım.
* Diğerlerinin arasında da böylesine canlı olanlar kalmış olabilir. Ya
kurşun isabet etmemiş ya da hala canlı iken üzerlerine toprağı
boşaltmışsınız, öyle mi?
— Kuşkusuz öyleleri vardı. Çünkü birçok insan üst üste yığılmıştı. Hiç
kurşun isabet etmemiş olanları da vardı. Her ne ise, korkudan hiç
kıpırdamadan ölü gibi yatanlar da belki vardı. Ama biz hepsinin üzerine
toprağı boşaltarak üzerlerini kapattık.
* O kitlenin öldürülmesi ve üzerlerine toprağı boşaltma ne kadar
sürdü?
— Öğleden sonra saat iki (14:00) gibi başladı, akşamın altısında (18:00)
bitti.
* Bu iş bittikten sonra ne yaptılar?
— Söylemiştim, bütün bunlar 11. 08. 1988 ile 10. 09. 1988 arası dönemde
olup bitmişti. Bu önemli olaylar böylece sonuçlandı.
Daha sonra o gücü ikiye ayırdılar. Bir bölümünü vilayetlere dağıttılar.
Diğer kısmını da koruma birliği olarak Ali Hasan Mecid’in emrinde kaldı.
* Bölüştürme sizin isteğinizle mi oldu?
— Hayır. Biz hepimiz sanki onların malıydık, hiçbir şey bizim elimizde
değildi!
* Sen hangi kısımda kaldın?
— Til el-Wird’deki yeni arazileri tarıma açma ve sulama projesi için beni
oraya götürdüler. Sonra bir treylerin şoförlüğünü yaptım. Tikrit’ten
çevredeki inşaatlar için taş, çimento, demir, tuğla, kereste gibi inşaat
malzemelerini taşıyordum. Daha sonra da tıpkı Til el-Wird’deki gibi Ali Hasan
Mecid’e ait özel arazilerin ziraat amaçlı sulama projelerinde çalıştım.
* Kut’a dönmek istemiyor muydun?
— 1989 başlarında Kerkük ve çevresinde yeni tarım alanları açma
projesinde çalışırken Teğmen rütbesiyle Hattap adında halka çok eziyet
çektiren bir subay vardı. Herkese hayvan muamelesi yapıyordu. Onunla bir
sorunum oldu. Bundan dolayı tayinimi Bağdat Emniyet Genel Merkezi’ne
çıkardılar. Ben oradayken, Devrim Komuta Konseyi tarafından nüfusunu
Kerkük’e nakletmek isteyenlere bedava ev, mülk ve para verilecektir, diye
bir karar yayınlanmıştı. Ondan dolayı ben de nüfusumu Kut’tan alıp Kerkük’e
naklettim. O zamandandır Kerkük’te yaşıyoruz.
* Kerkük’e nüfusunu naklettiğinde sana ne verdiler?
— Gelen herkese para veriyorlardı. Ben Emniyet Teşkilatından geldiğim
için bana bir ev verdiler. Dayalı döşeli bir evdi; her şeyi içindeydi.
* Ev hükümetin miydi?
— Yok. Bir Türkmen’e aitti. Devlet tarafından haciz edildiğini söylediler.
O evi bana verdiler, üzerime tapuladılar.
* Peki, bir başkasının evini nasıl üzerime tapularsınız diye bir şey
söylemedin mi?
— Sorma hakkımız yoktu. İlde bir büro vardı, Yerleştirme Dairesi. Onlar
bu şekilde birçok evi dağıttılar. Bize, bu ev artık senin dediler.
* Sen rejimin kararını boş ver, insanlık adına nasıl vicdanın elverdi ki
gidip bir başkasına ait evde oturdun, eşyalarını kullandın?!
— Ev haciz edilmişti! Hükümetin malı olmuştu. Ben hükümet’ten
almıştım. Hükümet de kendi hakkını bana verdi.
* Evdekilere olup bitenleri anlattığını söylemiştin. Onlar da
başkalarına anlattılar mı acaba?
— Hayır. Sanırım anlatmamışlardır. Çünkü bu, onları idama götürürdü.
* Peki, yani bir Kürdün yanında böyle şeyleri anlatamaz mıydın? Ola ki
onlardan öldürülen bunca Kürdün, belki bir yakının öldürüldüğünden
böylece haberdar olmuş olurdu.
— Öyle bir yol da yoktu. Eğer bir Kürt’le birkaç laf etmiş olsaydık hemen
ertesi gün kendimizi Emniyet veya Muhaberat sorumlularının karşısında
sorguda bulurduk. Bir kısım Kürtlerin halkının aleyhine çalıştıklarını
biliyordum. Gidip yetkililere anlatabilirlerdi. Böylesi şeyleri gözlerimle
görmüştüm. Nasıl güvenip anlatabilirdim ki!
* 1991 hareketinde Kerkük Kürt güçlerinin eline geçti. Sen de o
zamanlar Kerkük’ü bırakıp kaçtın mı?
— 1991 hareketinde Kürtlerin korkusundan eşim ve çocuklarımı da alıp
birlikte Kerkük’ü bırakıp kaçtık. Tikrit’e gittik. Kürtler kırılana kadar askeri
bir kışlada kaldık. Sonra yine döndük. Dönerken Kürtleri yine sürdüler.
Onlarla nasıl ilişki kurup o gizli şeyleri anlatabilirdim ki!
* Aslında sen Kürtlerin geniş bir bölgeye egemen olduklarını, orada
özgür olduklarını biliyordun. Hani, vicdanım hiç rahat değildi diyorsun ya,
yani kalkıp bir Kürt merkezine gelip bunları anlatamaz mıydın?
— 1991’den 1995’e kadar tayin yerim Necef’ti. Kim kaçabilirdi ki! Bir
arkadaşım vardı, 1998’de kaçtı. Eşi ve çocuklarını yakaladılar. Eşi hamileydi.
Hapishanede doğum yaptı. Hapisten çıkarken çocuğu bir buçuk yaşına
girmişti. Baksana, nasıl bu gizli şeyleri açıklayacaktım?
* Hiç olmazsa Emniyet Teşkilatı’ndan tayinini başka bir kuruma
alabilirdin, böylece o kurumdan uzaklaşmış olurdun.
— Yapamazdım. Eğer Emniyet’te kalmasaydım büyük sorunlarla
karşılaşacaktım. Ya da tutuklanmamam işten bile değildi!
* Peki, 1995’ten sonra, yani Necef Emniyeti’nden sonra?
— Kerkük’e döndüm. Mansur Emniyeti’nde kaldım.
* Ne zamana kadar?
— Yakın bir zamana kadar, Irak’ın yıkılışına kadar.
* Irak yıkılırken neredeydin?
— Bağdat’ta, cephedeydim.
* En başında sormalıydım, sen normal polislerden miydin?
— Çavuştum.
* Yani, sadece çavuş olduğuna inanamıyorum?
— Niye?
* Çünkü sen okumuş birisin, yani tahsillisin. Liseyi bile bitirmişsin. Bu
kurumda 25 yıllık bir hizmete sahipsin. Emniyet Teşkilatı’nda okuryazar
bile olmayanların rütbe sahibi olduklarını görmüşüm. Her hizmet yılı için
terfi ettiklerini de biliyorum. 25 yıllık hizmeti olan ve Lise mezunu
birisinin sadece çavuş olduğu bana inandırıcı gelmiyor işte!
— Ben çavuş olduğumu söyledim. Artık sen ne sanırsan, serbestsin.
* Kuşkuluyum!
— Serbestsin.
* Peki, özgürlük sürecine gelelim!
— Cephe düşünce Kerkük’e döndüm, eşime çocuklarıma geldim.
* Bu vahşeti açıklamaya ne zaman karar verdin?
— Kerkük Kürtlerin eline geçtiğinde.
* Kimden başladın?
— O gün arka arkaya Güvenlik Bürosu’na gittim. Bana Emniyet
sorumlusunun adı Rizgar Elî olduğunu söylediler ama görüştürmediler.
* Yetkiliyi görmek istediğini söyledin mi?
— Onlarca görevliye söyledim ama bana kulak asmadılar.
* Sen böylesi önemli bir bilgiyi iletmek için geldiğini söylüyordun ve
onlar senin Vali’ye ulaşmanı engellediler, öyle mi?
— Evet.
* Sana ne söylüyorlardı?
— Sürekli beni içeriye alamayacaklarını söylüyorlardı.
* Niye?
— Çok Arap geliyordu. Ya teslim olmak için geliyordu ya da bir ricada
bulunmak için. Onlar benim de ya bir ricada bulunacağımı ya da herhangi bir
şeyimin çalındığını bildirmek için içeriye gitmek istediğimi sanıyorlardı…
* Sonra?
— Vazgeçtim. Umudumu kestim. Birleşik Vatancılara ulaşmak istedim.
* Onlarla ne ilgisi var?
— Yani onlardan da Anfal’e uğrayanlar oldu.
* Peki, sonra nasıl ulaştın?
— Evime yakını bir yerde bazılarına rastladım. Baktım biri Arap biri de
Kürt o taraftan geliyorlar. Kürt alanını çağırdım. Ona sen Kürt müsün diye
sordum. Onaylayınca, benimle gel, bildiğim bazı önemli bilgileri sana
vereceğim dedim. Eğer sen de almazsan Ittihad Weteni yetkililerine gitip
bildireceğimi söyledim ve onunla birlikte evime gittik. Kıyısından köşesinden
biraz anlattım.
Bir iki gün sonra da adam gelip beni aldı. Gittiğimiz yerde, isimlerini
vermemem gerek, bu gerçeği onlara anlattım. Onlar da bu meseleyi
araştırmak için bir komite hazırlayıp bana göndereceklerini, benim de toplu
mezarların bulundukları yerleri komiteye göstereceğimi söylediler ve beni
evime geri yolladılar. Daha sonra da işte siz geldiniz ve ben de bunları size
anlatıyorum.
* Sen kendin gelip bu önemli bilgileri onlara verdiğin için seni
ödüllendirdiler mi?
— Evet.
* Kim?
— Doktor Berhem.
* Ne ödül verdi?
— Allah kendisi üzerimizde haberdardır, sadece 50 dolar para verdi.
Yemin ederim ki o parayı bozmayacağım, ölene kadar harcamayacağım.
Çünkü ben para için bunları bildirmeye gitmedim. Vicdanım beni bu gerçeği
açıklamaya gönderdi.
* Başka bir yerde daha anlatmış mısın?
— Hayır.
* Güvenliğin için sana hatırlatmak istiyorum, eğer sen istiyorsun bütün
bu anlattıklarını gizli tutalım, adını açıklamayalım. Çünkü çok yakında
yerli ve yabancı habercilerin, televizyoncuların bu olayın peşine
düşecekleri hiç de uzak bir ihtimal değil!
— Sana söylediğim gibi, uluslar arası bir mahkemede tanıklık yapmaya
hazırım, bildiklerimi, sana anlattıklarımı orda da anlatırım ki sizin yararınıza
olsun. Başka da kimseye bir şey anlatmam. Haberciler veya televizyoncular
gelip benden bilgi almaya çalıştıklarında eğer Süleymaniye Emniyeti anlat
demese hiç kimseye bir şey anlatmam.
* İşte, sorabileceğim kadar sordum ve şimdi sohbetimizin sonuna
geleceğiz. Eğer bunları anlattığından dolayı pişman mısın diye sorsam ne
dersin?
— Hayır, neden pişman olayım ki!
* Hiç değilse gözünün önünde büyük bir suç işlendiğinden belki?
— Yok, pişman değilim. Büyük bir suç olduğu doğrudur, fakat ben
işlemedim, ondan dolayı değil, vicdanımı rahatlatmak için gelip bütün
bunları anlattım. Eğer ben de gelmeseydim kim gelip anlatacaktı?
* Bazen öyle olur ki, insanın gözü önünde büyük bir suç işlenir ama
bunu engellemek için kişinin gücü yetmeyince, keşke bu dünyaya hiç
gelmeseydim ve bütün bunları görmemiş olsaydım diye kendi kendine
söylenir. Yani, şunu söylemeye çalışıyorum, acaba, keşke hiç okumamış
olsaydım, bu işe girmemiş olsaydım, kurak köyümde kardeşlerimin
yanında kalsaydım, böylece bu suçu görmemiş olurdum diye kendi
kendine söylendin mi hiç?
— Hayır, pişman değilim ama keşke gücüm yetseydi de olay olduğu
zaman hemen Anfallerin intikamını alabilseydim…
* Seninle konuşacaklarımız bitmedi, eğer mahkemede karşılaşırsak…
Çünkü bizimkiler uluslararası bir mahkemede Anfal Davası açmaya
çalışıyorlar. Sen de o mahkemede tanıksın… Mahkemede vereceğin
bilgileri de bu konuşmalarımızla birlikte kitaplaştırmayı düşünüyorum.
— Gözüm üstüne.*
Bu söyleşi Soranî Kürtçesiyle yayınlanmış olan Arif Qurbanî’nin “Le Um-Rêanewe Be Topzawa,
Hewall Yayınları, Kerkük 2004” adlı kitapçığından Roşan Lezgîn tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
peyamaazadi.org.
BERNAMEGEH / bernamegeh@gmail.com