“Sabıkalı” hastalar polisçe yakalanıp karakola götürüldüler, uzun soruşturmalara maruz kaldılar, kendilerine hakaret edildi, doktor değiştireceklerine dair yazılı bir belge yazmak koşuluyla serbest bırakıldılar. Ağabeyim Ankara’daki yetkililere yazıp bu davranışların yasadışılığını bildirdi.”
Nureddin Zaza’nın Ağrı İsyanı İle İlgili Yazdıkları
1930 yılı, yaşamımdayeni bir sayfa açacak; özelde ailemiz, genelde Kürtler ve benim için yeni bir dönüm noktası olacaktı.
Türkiye’den birkaç aydın, siyasal bilimlerden mezun, Vanlı Kürt, Memduh Selim’in girişimiyle Hoybun adında siyasi bir örgüt kurdular. Örgütün amacı Kürdistan’ı bağımsızlığa kavuşturmaktı. Aynı yıl, bu hareketten insanlar Ermenilerle anlaşarak sınırı geçmeye, Türkiye’ye karşı silahlı bir eylem örgütlemeye çalıştılar. Türk ordusunda görev
yapmış, eski birsubay olan İhsan Nuri’yi Ağrı’ya göndermeyi başardılar. Mustafa Kemal’le bir sınır anlaşmazlığı olan İran şahı, Ağrı’nın batı yakasına mevzilenmesi ve buradan kısa süre içinde Türk birliklerine saldırması için İhsan Nuri’nin İran’dan geçmesine izin verdi. İhsan Nuri, çok sayıda Kürt aşiret reisini, Kemalist baskının kurbanlarını çevresinde toplamayı başarmıştı. Fransızlar da, Hoybun’un harekete
geçmesine göz yumacaklarına ilişkin söz vermişlerdi. Ne var ki, Kürdistan’ı kurtarmak için İhsan Nuri’ye yardım etmesi gereken Suriye Kürtleri bu amaçlarına ulaşamadılar. Türklerle uzlaşan Fransızlar da Kürtlere dirsek çevirdiler. Tarafsızlığını koruyacağına yemin etmiş olan Şah Rıza’ya gelince, sınır sorunu Türkler tarafından çözülür çözülmez, Kürtleri kuşatmaları için Türk birliklerinin topraklarına girmesine izin verdi…
Mustafa Kemal, Hoybun’un yarattığı sıkıntıların ardından, Kürtlere baskı yapmak için dilediği gibi davranmaya başladı. Ağrı’nın yakınındaki yüzlerce köy, içinde kadınlar, çocuklar ve hastalarla birlikte yakıldı. Binlerce Kürt Türkiye’nin batısına zorla göç ettirildi ve her yöreye beş aile olmak üzere Türkler arasına dağıtıldılar. O andan itibaren, Kürt ulusal hareketine yakınlık duyduklarından kuşkulanılan her Kürt aydını, Ankara’daki yöneticilerin şimşeklerini üstüneçekti. Yayınlanan bir kararnameyle, yüksek düzeydeki bütün Kürt memurların, Türk bölgelerine tayinleri kararlaştırıldı. Çok sayıda serbest meslek sahibi Kürt, bu siyasetin darbesini yedi. Ağabeyim de bu arada Türk yöneticilerinin hedefi oldu. O dönemde bütün ülkeye boyun eğdirilmiş ve Türkiye Kürdistanı’nda özel bir yönetim uygulanmaya başlanmıştı. Doğrudan doğruya Mustafa Kemal’e bağlı olan bir genel müfettiş Diyarbakır’ayerleşmişti. Mustafa Kemal’in doktoru ve arkadaşı İbrahim Tali, Halep bölgesinden Dürzi bir alieden gelmesine karşın, hararetli bir biçimde Panturancı ideolojiye sarılmıştı. Kürt duyguları taşıyan tüm “suçlu” kürtlere acımasızca zulmediyordu.
Bir Kürt aydınının Kürtçe konuşması, Kürtçe şarkı söylemesi ya da müzik dinlemesi, hele bir de “Türk Ocağı” üyesi olmaması, Türk düşmanı sayılarak, en kısa zamanda yok edilmesi gereken tehlikeli Kürt milliyetçisi damgasını yemesine yetiyordu. İbrahim Tali’nin Batı’ya tayin ettirdiği memurlar arasında iki Madenli bulunmaktaydı. İkisi de ağabeyimin yakın arkadaşıydı. Biri benim Diyarbakır’daki Fransızca öğretmenim Şevket Zulfi, öteki ise tarım mühendisi ve Güneydoğu Tarım İşleri Müdürü Arif Abbas’tı. Şevket Zülfı Adana’ya, Arif Abbas ise Ankara’ya sürülmüştü. Her ikisi de memur olduklarından ötürü, bakanlıklarından gelen emire boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İbrahim Tali ağabeyimle de çok uğraştı ve kendisine Diyarbakır’ı terketmesini ve Batı’ya yerleşmesini “önerdi”.
– Sizi istediğiniz kentte çok iyi bir göreve getirteceğim… Ağabeyim kendi hesabınaçalışmayı tercih ettiğini, muayenehanesini Diyarbakır’da açtığını, müşteri edinene kadar çok zahmet çektiğini ve kenti terketmek için hiçbir neden olmadığını söyleyerek onun önerisini nazikçe reddetmişti. O ise:
– Benden söylemesi, demişti sinsice. Ağabeyim o sırada Diyarbakır’ın büyük evlerinden birinde oturuyordu. Evin geniş bir iç avlusu ve birbiriyle kesişen iki sokağa bakan, iki giriş kapısı vardı. Genel müfettişle görüşmesinden birkaç gün sonra iki Türk polisi evimizin iki kapısının önüne yerleştiler… Tüm ziyaretçilerimizi gözlüyorlar ve kimliklerini kontrol ediyorlardı. Polisler, hastaları, ağabeyime gelip muayene olmaktan caydırmaya çalışıyorlardı.
– Neden başkasına gitmiyor da bu doktora geliyorsunuz? diye soruyorlardı.
– Çünkü iyi bir doktor, diyorlardı hastalar.
– İyi de olsa, ona muayeneye gelmeyeceksiniz artık. Yoksa başınız derde girer, diye tehdit ediyorlardı. Ne var ki hastalar aldırmıyorlar ve ağabeyimin muayenehanesine gelmeyi ya da hastalarına onu çağırmayı sürdürüyorlardı. Ağabeyim hastaların evine gittiğinde polis titiz bir biçimde peşindeydi ve kendisini çağıran insanların adlarını
not ediyordu. Bu tür hareketler insanları korkutmaktan çok sinirlendiriyordu. O zaman yöneticiler daha sert önlemlere başvurdular. “Sabıkalı” hastalar polisçe yakalanıp karakola götürüldüler, uzun soruşturmalara maruz kaldılar, kendilerine hakaret edildi, doktor değiştireceklerine dair yazılı bir belge yazmak koşuluyla serbest bırakıldılar. Ağabeyim Ankara’daki yetkililere yazıp bu davranışların yasadışılığını bildirdi, anayasanın ve en temel insan haklarının çiğnenmesini protesto etti. Kendisine yanıt verilmedi ve polis, onun hastalarına eziyet etmeyi sürdürdü.
Durum giderek katlanılmaz duruma geldiğinden, artık bir karar almak gerekiyordu: Ya İbrahim Tali’nin önerilerine olumlu yanıt vermek ya da yurtdışına sığınmak üzere ülkeden kaçmak! O sıralar en yakın ve sığınılacak ülke Suriye’ydi. Fransızlar nüfusun büyük bir çocuğunluğunu yerleşik Kürtlerin oluşturduğu Cezire’yi rahatlatmakla kalmamışlar, aynı zamanda Kemalist yönetime karşı olan herkesi oraya yerleşmeleri ve ekilip biçilmeden kalmış zengin toprakları işletmeleri için yüreklendiriyorlardı. On binlerce Kürt, Ermeni, Keldani, Suriyeli, Kürtleşmiş Yahudi çoktan güçlerini, paralarını ve bilgilerini bölgeye yığmışlardı. Cezire’yi Suriye’nin Kaliforniya’sı yapmaları için birkaç yıl yetmişti… Örnek bir iş yapmışlardı. Ne var ki, ağabeyim bir yolunu bulup, Türkiye’yi terkederek, soluğu Fransa’nın “özgürlük” ve “demokrasi” (!) getirdiği bu ülkede alacağını düşlüyordu. Arkadaşları Arif Abbas ve Şevket Zülfi’yle uzun tartışmalar sonunda Suriye’ye gidip yerleşme düşüncesi ağabeyime giderek çekici geliyordu. Sonunda “hattı geçmeye” ve Fransızlara sığınmaya karar verdi. Genel müfettiş kendisini çağırıp gitmesini bildirdiğinde o tasarısını gerçekleştirmeyi tasarlıyordu.
– Burada kalamazsınız artık. Başınızın derde girmesini istemiyorsanız, Kürt bölgelerini kendi isteğinizle terkedin.
– Pekiyi, diye yanıtlamıştı ağabeyim, bana Türkiye’nin batısında bir görev verin. Oraya gideceğim. Ertesi gün İzmir’e tayini çıkmıştı. Ağabeyim ve arkadaşları genel müfettişin önerilerini uslu uslu kabul ettiler, çünkü yeni şehirlerinden sının aşmayı ve daha özgür bir havayı solumayı umuyorlardı… On buçuk yaşında olan ben ise onların planlarından haberli değildim. Tek bildiğim, İstanbul’da bir ortaokula yerleştirileceğim di.
– Pekiyi neden Reşo ağabeyim ağlıyor? diye soruyordum kendi kendime, çünkü durmadan hüngür hüngür ağlıyordu. Büyük ağabeyimin davranışına bakarak olağandışı bir olay olduğunu sezinliyordum. O sıralar bunun önemini kavramaktan çok uzaktım…
Birkaç gün sonra Suriye’yle sınır oluşturan bir hatta, “İstanbul” yönünde bir trendeydik. Ağabeyim ve arkadaşları tuhaf biçimde az konuşurlarken ben burnumu pencereye
yapıştırmış manzarayı seyrediyordum. Başka bir dünyaya girdiğimi duyumsuyordum. Gördüğüm insanlar tarbuş, fes ve kefye gibi Atatürk’ün yasakladığı “tuhafşeyler” giymişlerdi. Bıkmadan bu tuhaf insanlara bakıyor, yeni manzaraları seyrediyordum.
Sonunda tren, bir istasyonda akşamleyin durdu. Ermeni olan istasyon şefi büfeye, yanımıza geldi; onunla ağabeyim ve arkadaşları arasında gizlice bir anlaşma yapıldı. Bütün bu fısıldaşmaları açığa vurmasa da şefin bir dolap çevirdiğini sezinliyordum.
– Nureddin, nereye gidiyorsun canım? diye sordu Arif Abbas’ın tartışmaya katılmayan eşi.
– Ben mi? İstanbul’a gidiyorum, diye yanıtladım sakin sakin limonatamı yudumlarken.
– Yaaa?… diye güldü sinirli bir biçimde. Bak, işte geldik İstanbul’a! Bu sözler üzerine ağlamaya başladı. Ben de ağlıyordum, çünkü istasyon şefiyle ağabeyimin konuşmasına bakarak İstanbul yakınlarında değil de, Halep yakınlarında olduğumuzu anlamıştım sonunda. Suriye’deydik!
– Nasıl olur? diye çıkıştım. İstanbul’a gidecektik hani, neden gitmiyorsunuz? Yalancılar! Ben eve dönmek istiyorum! Ağabeyim beni yatıştırıp avutmaya çalıştı.
– Seni burada en iyi Fransız okullarına göndereceğim. Dil öğreneceksin, kültürünü artıracaksın, adam olacaksın! Bunların hiçbiri beni inandırmaya yetmedi. Maden’i, Bozo’yu, yazlık evimizi özlemeye başlamıştım. Ağaçlarımız, bağlarımız, babam, bacılarım ve ağabeyim Reşo’yu özlüyordum… Yanımda Arif Abbas’ın eşinin hıçkırıkları iki kat arttı.
Birkaç dakika sonra, Ermeni şefin bir işareti üzerine, bir otobüs bizi Halep’e götürüyordu. Oraya gece yarısı ulaştık. Nasıl oldu da uyuyabildim, bilemiyorum. Ertesi gün, bir gramofonla bir yığın plak getiren Arif Abbas, Türkiye’de yasak olan yarı Türkçe, yarı Kürtçe bir şarkı dinletiyordu bana.
“Vurun Kürt uşağı
Namus günüdür…”
Kendimi şarkıya kaptırıp üzüntümü unuttum ve ezgisini mırıldandım…
Nureddin Zaza’nın “Bir Kürt Olarak Yaşamım” adlı kitabından, (sayfa 79-84) alıntıdır.
BERNAMEGEH
UYARI: Yazıların izinsiz kopyalanması ve Web Sitelerinde yayınlanması kesinlikle yasaktır. Hakkınızda yasal işlemlerin başlatılabileceğini lütfen unutmayın!